Burjuvazinin sosyolojisi-1

img ]

Norbert Elias müthiş kitabı Uygarlık Süreci’nde medeniyet kavramının gelişmesiyle, özellikle Fransız saray kültürünün yaygınlaşması arasındaki ilişkiyi vurgular. Medeniyet, yani civilisation kavramının devreye girmesi 1760’lara tekabül eder. Bu kavram aslında civilité’nin dönüşmüş bir halidir. Civilité ise büyük ölçüde bizim adabımuaşeret dediğimiz şeydir ve aslında saray kökenlidir. Geleneksel anlamıyla sarayın da yüksek aristokrasi olduğu düşünülürse, civilité ve bir anlamda da civilisation aristokratik kökenlidir.

Ancak medeniyet kavramı aynı zamanda sınıflar arasındaki mesafenin azalması perspektifini de taşır. Farklı kesimlerin antropolojik kültürleri arasında bir mübadelenin imkânlarını geliştirir. Medeniyet daha ilişkisel bir zeminde antropolojik kültürlerin geride bırakılmasına işaret eder. Bu anlamda medeniyet, saray civilité’sinin saray dışına doğru genişlemesini içerir. Burada akla gelebilecek ilk halka, elbette aristokrasinin diğer ya da daha alt kesimleridir. Yerleşik unvanlar üzerinden sarayla düzenli irtibat sahibi olmanın getirdiği bir toplumsallaşmanın ürünüdür bu.

Civilisation kavramı da, onun Mustafa Reşit Paşa tarafından ilk kez kullanılan karşılığı medeniyet de şehirle ilgilidir. Avrupa dillerindeki civil, citizen, citoyen gibi kavramlar cité’den yani şehirden türemiştir. Mustafa Reşit Paşa’da bunun farkında olarak medeniyet’e aynı akıl yürütmeyle varmıştır. Bilenler zaten bilir ama bilmeyenler için ifade etmek gerekirse, medine kavramı Arapçada şehir anlamına gelir.

Avrupa’da şehrin yaklaşık bin yıllık tarihi vardır. Tıpkı üniversite gibi. Feodal çağın derebeylikler şeklinde de tanımlanabilecek dağınık iktidar yapılarında şehirler genellikle o iktidarlara en uzak yerlerde ortaya çıkmıştır. Derebeylik merkezleri daha karasaldır. Oysa şehirlerin deniz ve nehir kıyılarında olmaları daha muhtemeldir. Bugün burjuva dediğimiz toplumsal kesimlerin kökenleri işte bu şehirlerdir. Sanayi Devrimi öncesinde özellikle ticaretten elde edilmiş bir gelirle zenginleşen bir sınıftır. Geleneksel anlamıyla bir tür üçüncü sınıftır. Yani aristokrasi ve ruhban sınıfından sonra gelir. Türkçede benim gençliğimde var olan ama sonra yeterince yaygınlaşmayan bir çevirisi vardı burjuvazinin. Kentsoylu denirdi. Aslında orijinal kavramın etimolojik geçmişine oldukça saygılı bir seçenekti, tıpkı medeniyet gibi. Ama pek tutmadı ve unutuldu.

İşin aslına bakılırsa organik sınıf yoktur. Sınıf ve tüm diğer toplumsal tabakalanma biçimleri tarihseldir. Hiçbiri kendi vakumunda oluşmamıştır. İlişkiseldirler. Yine Norbert Elias’ın kitabına baktığımızda yükselen burjuvazi ile inişe geçen aristokrasi ve saray arasında bizim genelde sandığımızda çok daha güçlü bir irtibat olduğunu görürüz. Buzdağının görünen yüzünde daha çok toplumsal devrimler, giyotinler, havada uçuşan kelleler vardır. Feodalizmden kapitalizme geçiş, derebeyliklerden, merkezî monarşiler üzerinden ulus-devletlere dönüşüm elbette sancısız olmamıştır. Ancak yüzeyde gördüğümüz büyük değişimin altında, buzdağının pek görünmeyen yüzünde aslında bir devamlılık da söz konusudur. Örneğin Norbert Elias’a göre, Fransız Devrimi gerçekleştiğinde, Fransız aristokrasisi içinde burjuva kökenliler çok ciddi oranı temsil ediyorlardı. Bu zümre kan bağı anlamında soylu değildi. Ancak dara düşmüş aristokratlardan toprak satın alarak, evlenme yoluyla unvan elde etmişlerdi.

İşte bu kesim saraydan, aristokrasiden burjuvaziye kültürel sermaye aktarımının tipik bir tezahürüydü. Civilisation bir bakıma, saraylı ve aristokratik civilité’nin şehir kaynaklı sermayeyle bir araya gelmesinin bir sonucuydu. Norbert Elias bunu kitabında en ince ayrıntılarıyla, mutfak, yeme, içme, giyinme, tuvalet alışkanlıkları üzerinden anlatır. Bir bakıma yeni yükselen burjuvazi, sarayı ve aristokrasiyi, onların kültürünü temellük ettikten sonra tarihe gömmüştür. Burjuvazi aristokrasiyi içererek aşmıştır. Hegel tam da buna Aufhebung diyordu. Tarihe sadece değişim üzerinden bakarsak bu ayrıntıları görmek o kadar da mümkün olmaz. Ancak tarih sadece değişimlerin değil, devamlılıkların da tarihidir.

Fransız Devrimi simgesel olarak burjuva iktidarının ve ulus-devletin konsolide olmasıdır elbette. Ulus ise bir hazır yapıt değildir. Tarihin kısık ateşinde pişmiş, aslında arkasında bir sınıfın, yani burjuvazinin güçlü iradesi olan bir tarihsel realitedir. Ulus-devletin inşa süreci ise bir bakıma bu kültürel inşanın diğer toplumsal sınıflara, kesimlere taşınmasından başka bir şey değildir. Örneğin; önce zorunlu askerlik, sonra zorunlu ulusal eğitim burjuva kültürü içinde çözünmüş olan saray civilité’sinin diğer kesimlere de zerk edilmesinin temel araçları olmuştur.

Artık kimilerine oldukça ağır gelecek bir laf etmenin sırası geldi: Bugün medeniyet dediğimiz şeyin kökeni aslında Avrupa yüksek aristokrasisinin kültürüdür. Bunu önce içselleştiren, sonra da toplumsallaştıran ve küreselleştiren ise burjuvazidir. Medeniyetin arkasında bir sınıf vardır ve onun adı da burjuvazidir. Bütün artılarıyla, eksileriyle, hatalarıyla, sevaplarıyla medeniyet bir sınıfın tarihin direksiyonunu ele almasının bir ürünüdür. Hatta proletarya bile bunun bir sonucudur. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’sunu böylesi bir idrak olmadan okuduğunuzda o metne nüfuz etmeniz o kadar da kolay olmayabilir. Metinde, yazarlar aslında gömmek istediklerini öve öve bitiremezler. Marx ve Engels elbette bunu yaparken aslında komünist devrimin insanlığa katacaklarını ima etmek için el yükseltiyorlardır. Ancak yine de komünizmin manifestosunu yazarken bile burjuvazinin kıymetini bilmeleri müthiş bir tarih bilincinin işaretidir.

Haftaya da “Burjuvazinin Sosyolojisi II” başlığı altında meselenin Osmanlı-Türkiye tecrübesinde nasıl cereyan ettiğini tasvir etmeye çalışacağım.

Ortadoğu’dan Çıkış

img ]

Ortadoğu’dan Çıkış

TEŞHİS

Osmanlı’dan Türkiye’ye – karanlıktan karanlığa

Sosyal sistemini geliştirip erginleştiremediği için bir çocuğun illa bir yetişkine tutunmak zorunda olması gibi Osmanlı en sonu illa Almanya’ya tutunmak zorunda kaldı ve baba kaybedince çocuğun da kaybetmesi gibi Almanya kaybettiği için kaybetti cidden.

Atatürk’ün daha yüksek karakterli olması dışında Osmanlı padişahından bir farkı yoktu, o yüzden Atatürk dönemi Osmanlı’yı yutan Osmanlı karanlığına oranla ancak bir alacakaranlık dönemi olabildi. Savaşta ne kadar girişken davrandıysa Atatürk siyasette o kadar çekingen kaldı, istikbal uğrunda risk alacağına iktidar uğrunda kendini sağlama aldı.

Oysa yerlisi yabancısı yedi düvel Atatürk’ten (Atatürk’ün karakteri ve aklından) çok korkuyordu, yoksa hangi yırtıcı boğazından kaptığı avını bırakır? İstanbul’u gül gibi işgal etmişken Atatürk gibi esaslı bir bela ile karşı karşıya olduğunu idrak etmese emperyalist Batı kuyruğunu kısıp gider miydi hiç?

Atatürk Yunanlılarla savaşmadı, emperyalist Batı ile çok yönlü bir mücadele yürüttü. Emperyalist Batı Yunanlıları savaş gücü olarak kullandı sadece, tıpkı Kore’de Türkiyelileri de kullanması gibi…

Tarihi mitolojik işleyip bize kakaladıkları ve güvenilir tarih bilimci kaynağın hangisi olduğunu bilemediğim için neler yaşandığı konusunda tam emin olamamakla birlikte Atatürk meydan savaşının sonunda o an için Türk ordusu diye bir güç kalmadığı halde arkasını dönüp zaten denize istikamet alan yorgun Yunan ordusunu ilk etapta arkasından sadece şamata kopararak kendiliğinden denize döktü. Bir yerde Yunan ordusu bir dere gibi kendini denize akıttı, zafer tamamen psikolojikti.

Emperyalist Batı öncelikle psikolojik savaş dehası olduğu için Atatürk’ten korktu. Yunan bayrağını yerden alacak kadar stratejiye uygun taktik işletebildiği için Atatürk’ten korktu. İki tarafın da birbirinin kanına susadığı sıcak savaş koşullarında düşman bayrağını yerden kaldırıp saygı göstermek bir meydan savaşı kazanmaya denktir. Saldırganlığının gerekçesini elinden alarak düşmanın düşünce sistemini kesintiye uğratıp savaşma motivasyonunu baskıladığı gibi düşman toplumlarda ister istemez bir sempati yaratır – altı üstü düşman bayrağını yerden kaldırmak. Kısmen de olsa basit olanı görebilen Atatürk’ten başka hiç kimse o bayrağı yerden alacak akıl gücüne sahip değildi.

Bekâra boşanmak kolaydır dedikleri türden biz şimdi kazanılmış bir zafer üstünden düşünüyoruz oysa kendi zamanında Kurtuluş Savaşının hiçbir garantisi olmadığı gibi Atatürk dışında başta emperyalist Batı olmak üzere kimse kesin bir zafer beklemiyordu, Atatürk dışında o öngörü kimsede yoktu. Atatürk savaş stratejisini meclise ve silah arkadaşlarına anlatsa onu tren yerine koyarlardı. Düşmanı oyalayıp önce gücü biriktirdi ve sonra kolladığı fırsatı yakaladığı an vuruşunu keskin yapıp kısıtlı bir güçle devasa bir şok yaşatarak düşmanın psikolojisini yerle bir etti – Psikolojik savaş zirvedir, ne kadar güçlü ve donanımlı olduğunun hiçbir önemi olmaksızın psikolojisi çöken kesin biter.

Kurtuluş Savaşı boyunca yaşanan olayların kendiliğinden değil Atatürk’ün hesaplamaları doğrultusunda gerçekleştiğini idrak ettiği için emperyalist Batı Atatürk’ten korktu. Yunan ordusu bozguna uğradıktan sonra emperyalist Batı çok daha büyük bir ordu ile gelebilirdi, gözü yemediyse başka birçok faktör olmakla birlikte esas belirleyici faktör Atatürk’ün sabrı ve çok yönlü işleyebilen akıl gücüydü. Kurtuluş Savaşını Yunanlılarla mücadeleye indirgemek Atatürk’ün çok yönlü mücadele derslerini doğruca çöpe atmak olur.

Lenin’den biliyoruz ki suikast dışında Atatürk’ü hiçbir güç yıkamazdı. Atatürk’ün tersine Lenin gençliğinden işi sıkı tutup Çernişevski ile tekrar tekrar beynini yıkayarak her ne kadar ‘Materyalizm ve Ampiryokritisizm’ gibi ürkünç komplikasyonlara neden olsa da kendini konformizme (tatmin bağımlılığına) karşı aşılamıştı. Ama tarihte eşi emsali görülmemiş o büyük fırsatı yakaladığında Lenin devrimi yükseltebilmek için kendini yaşatmayı başarmanın birinci görev olduğunu bir an bile aklından çıkarmadan şeytandan bile daha şeytanca düşünüp kendine tam anlamıyla bir koruma sağlayamadığından bir keleğin nobran ellerinde o istisnanın da istisnası devrim fırsatı piç olup gitti. Evrim yaşı çocuk bir kelek yüzünden eline geçirdiği her şeyi kazık marka kakalamaktan başka bir şey düşünemeyen -her şeyin pezevengi- nerenin godoş liberali başımıza özgürlük peygamberi kesildi. O yüzden Lenin ne yapıp edip kendini yaşatmak zorundaydı. Bolşevik Partiden Lenin eksilince geriye vahşi yaşam belgeseli kaldı. Atatürk Türkiye’nin istikbali için ne idi ise Lenin dünyanın istikbali için o idi.

Atatürk şeytandan bile daha şeytanca düşünüp suikast girişimlerine karşı kendi korumasını sağladıktan sonra örneğin Nazım Hikmet’i açıktan açığa kendine hediye alan Fevzi Çakmak gibi gericileri etkisiz hale getirecek ve Allah ne verdiyse geceli gündüzlü devrim yapmaya girişecekti – Devrimse böyle olur, yoksa sersem sepelek devrim girişimi öyle bir geri teper ki günümüzdeki Marksist yobazlık gibi ya da Atatürkçü yobazlık gibi devrimcilik kisvesi altında toy devrimci hevesleri öğüten bir değirmene dönüşür ve devrimin önünde devrime geçit vermeyen bir dağ olup salt sömürücü leşçillere bedavadan hizmet olur.

‘Rakı içen öldü de su içen ölmedi mi?’ derler ya hani… ne su ne rakı ne de başka hiçbir şey… babasız büyümüş bir çocuk olduğu halde emsalsiz tarihsellik fırsatı yakalamışken her şeyi bir kenara itip istikbal uğruna mücadele ederek ölmek dışında Atatürk’e -ve aslında her koşulda hiçbir yetişkine- başka hiçbir ölüm helal olamaz. Atatürk “geldikleri gibi giderler” ilkesinin arkasında durabildiği için dahili ve harici kuşatma altında hiçbir imkâna sahip olmadığı halde dipteyken kazandı ve bize de kazandırdı ama “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” ilkesinin arkasında duramadığı için Misakımillî sınırları içinde bütün imkânlara sahip olduğu halde zirvedeyken kaybetti ve bize de kaybettirdi.

En yakın ve en büyük tehlike gene kendimiziz. Yenilmez Atatürk’ü sadece kendisi yenebilirdi. Elli yaşından sonra her yıl beşer onar geometrik (üstel) yaşlanarak daha gencecik yaşında Atatürk yüz yaşındaymış gibi bir görüntü vererek pisi pisine ölüp gitti ve o yüksek karakterindeki özgürlük ve bağımsızlık nimetinden bize bir zerre bile miras bırakmadan hepsini kendisiyle birlikte mezara götürdü.

Sonuç olarak 1946 yılındaki uyduruk seçimden sonra Atatürkçülüğün fişi çekildi ve ışık hızından bile daha hızlı Osmanlı karanlığına geri dönüldü. İşe yaramaz soysuz bir sistem olarak tek başına yapamadığı için Osmanlı’nın Almanya’ya tutunmak zorunda olması gibi karanlık Türkiye saniyesi itibarıyla ABD’ye tutunmak zorunda kaldı – ve eyvah, bir çocuğun bir pedofile tutunmasından hiçbir farkı yoktu.

Türkiye’den Atatürk eksilince Türkiye diye geriye sadece karanlık bir orman kaldı. Atatürk dışında -isim isim saymak lüzumsuz- diğerlerinin hiçbir suçu günahı yok çünkü hiçbirinin herhangi bir cansızdan bir farkı yok. Yangın nasıl ki önüne çıkanı küle çevirir, sel nasıl ki yoluna çıkanı alır götürür, deprem nasıl ki meczupların diktiği binaları yıkar geçer… örneğin boydan boya keyfilik bataklığından ibaret cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi felaketine sadece yandaşları değil aydını askeri sağcısı solcusu topçusu popçusu vs nesi var nesi yoksa olduğu gibi Türkiye toplumunun -tüm detaylarıyla yöntem mevcut olduğu halde depreme ya da sele karşı koyamamak gibi- bir yanıyla yol vermesi ve diğer yanıyla engel olamaması sonucu böylesi bir sultan uçuşuna geçirip yönetimsel işlerin iyiden iyiye sarpa sarmasına neden oldu ve halen göz göre göre üstüne bir de tüy dikmek için dolu mesai yürütülüyor.

Evrim yaşı çocuk dejenere köylüler bir kukladan başka bir şey ve ne kendine ne çoluk çocuğuna ne de memleket ve insanlığa bir faydası olamaz – İslam terminolojisinde zalim ona denir.

Kimileri anasından devrimci doğar ve anasından devrimci doğan orta karar bir yaşama uygun olmadığı için ya devrimci olur ya da kahrolur. Bize asıl ihanet eden, konformizm bataklığında kahrolarak kendini ölüme terk edip bizi Ortadoğulu görmemiş aç soysuzların kaltaban ellerine terk eden Atatürk’tür. Aç soysuzlara itibar ettiği için Atatürk bize ihanet etti, saray gericiliğiyle ittifak yapıp kasaba gericiliğine karşı kaba ve yüzeysel bir mücadele yürüttüğü için Atatürk bize ihanet etti. Şu an yaşadığımız bu kepazeliğin tek sorumlusu Atatürk’tür, çünkü diğerlerinin zaten ehliyeti yok, zaten ergin değiller.

İster allame olsun ister evliya kimi seçersen seç, Türkiye’nin anahtarını kime verirsen ver, kapsamlı ve çoklu liderlik açığa çıkaramadıktan sonra dört yaşında bir çocuğun eline kibrit tutuşturmaktan bir farkı olmayacak.

Kafası çalışmadığı gibi kafası çalışanların kafasını gözünü yarıp işlevsiz hale getiriyor, sonra gidip her öğün bebek eti yiyen nerenin soysuz sömürücüsü ne derse onu yapıyor… işte, Atatürk sonrası Cumhuriyet tarihi budur: Kendi toplumunu her öğün bebek eti yiyen nerenin leşçil sömürücüsüne peşkeş çeken bir meczup.

Karanlığın dibi

İki ayaklı memeli gastronomiden teknolojiye aktivistlikten oyunlara… pornografiyle öyle bir uyuşturulmuş ki kimse yaşamsal ihtiyaçlarına odaklanamıyor.

Siyasetçilere siyasal dolandırıcılığı açıktan açığa oy verenler öğretiyor, sonra gidip o siyasetçiye oy veriyor. Sorsan oy verdiği politikacı kendi adına diğer oy verenleri dolandırıyor… ama diğer oy verenler de aynı düşünüyor. Bu nasıl iş? Dolandırıcılığı öğretip sonra kendini dolandırtıyorsun.

Star denilen siğiller yetmezmiş gibi ortalık çakma stardan geçilmiyor. Her şey magazine yenildi, birincilik siyasette. Siyaset adı altında dedikoducular gibi entipüften mevzularla uğraşmaktan siyaset öyle bir magazinleşti ki magazin bile siyasete allamelik taslıyor. Abdurrahman Çelebi sendromu dört bir yanı tuttu.

İşin kötü tarafı dibi görünce illa yükselecek diye bir kaide yok, yıkıcı bir şok almadıktan sonra Osmanlı gibi Türkiye de yüzlerce yıl karanlık diplerde sürüngen hayatı sürdürebilir.

İşin iyi tarafı zaten yıkık olduğundan yıkmak için uğraşmaya (yıkıcı olmaya) gerek olmadan molozları temizleyip yenisini kurmak daha az netameli ve daha az zahmetle olur. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bir ilaç ama tedavi eden değil tüm hastalıkları ortaya döken bir ilaç. Geriye kalan tek mesele zayıflıklarınla yüzleşebilecek cesareti gösterip o motivasyonu üretebilmek.

Seçimi şu kazanmış bu kaybetmiş, yönetime şu gelmiş bu gitmiş … bunlar iktidar oyunları pornosu, ülkeyi düze çıkarıp gönendirmekle uzak yakın ilgisi yok. İktidar oyunları pornosunu bir çizgi film olarak izlemek kimilerine eğlenceli gelebilir ama bizzat maruz kalıp nesnesi olmak ancak bir tavuk, inek, koyun… bir köpek vb gibi sırılsıklam salak evrimsel gerilere yaraşır; ben insanım diyene hak olamaz.

Peygamber şiarı – intikama karşı istikbal

Simyacılık ne ki, kozmos bir mucizeler şenliği… ama -lanet olsun- hiçbir şey bir parmak şaklatmayla olmuyor ki. Bağımlılık bile bir sürü tekrarla öğreniliyor, bağımlılıktan kurtulmayı öğrenmek de sayısız tekrar gerektiriyor.

Bizim, yani -varsa tabii- yaratıcı iradenin görevi: yöntemi tekrar tekrar ele almak, tekrar tekrar işlemek, tekrar tekrar geliştirmeye ve ne kadar aşağılayıcı olsa bile istikbalin hatır belasına çoluk çocuğun hakkı için bıkıp usanmadan tekrar tekrar anlatmaya – ve en önemlisi de devrimi gündemin en önüne çıkarıp bir toplumsal tartışma süreci geliştirmeye çalışmak olmalı. Evrim böyle olmuş: milyarlarca yıl sayısız kez tekrarlayarak zikirle evrimsel basamakları çıkabilmiş… Peygamber böyle yapmış: tekrar tekrar söyleyerek, tekrar tekrar söyleterek ve tekrar tekrar yaptırarak…

Evrim de tutmamış Peygamber’in devrim girişimi de ama başka çare yok… böyle öğreniliyor: sayısız kez tekrarlayarak, dikiş üstüne dikiş atarak. Düşünün, eğer doğruysa evrimin ilk etabında çok hücreli yaşamı öğrenebilmek için milyarlarca yıl tek hücreli yaşamda bir kısır döngüymüşçesine dikiş üstüne dikiş atılmış, milyarlarca yıl. Çok hücreli yaşama bir sıçrama yapınca da almış yürümüş, evrimi getirip yaratıcı iradeye dayandırmış. Emekleyerek başlayan evrim iki ayaklı memeliye ulaşmasıyla artık depara kalktı. Demek ki ilk bebek adımları en meşakkatli olan…

İşin ümit verici tarafı Ortadoğu fosseptiğinden çıkmanın kanıtlı ispatlı yöntemi mevcut, dağ gibi yükseliyor. Bir, potansiyelde çürümeye terk edilmiş çoklu liderliğin açığa çıkarılmasına bakar.

Ve önümüzdeki soru şu: İntikam mı istikbal mi?

YÖNTEM ÜZERİNE

Sınıflama

Yön belirler. Teoride ve uygulamada yanlış sınıflama yöntemden saptırarak yabancılaşma ve yıkıma sürükler.[1]

Evrensel bütünlükle ilgili kanıtlanması ya da çürütülmesi olanaksız tümel önermelerin ötesinde sürüsüyle irili ufaklı önermeyi kanıtsız (varsayımsal) olduğu halde sırf eğilim gösterdiğimiz için veriymiş gibi kullanabiliyoruz çünkü kendimize inanmaktan kendimizi alamıyoruz – Birine ya da bir şeye inanmamız gerektiğine kendimizi inandırdığımız için birine ya da bir şeye inanıyoruz çünkü öznel ve nesnel sınıflamalarına sahip değiliz. Özneli nesnelden ayıramayan diğer tüm canlılar gibi yapabiliyorken nasıl yapabildiğimizi bilemeden hayat yolunda el yordamıyla istikamet bulmaya çalışıyoruz.

Rasyonellik

Akıl işleri salt polisiyedir. Dorukta felsefe olmak kaydıyla polisiye kanıt işlemekten ibarettir. Kanıtlanamayan eğilimleri soru işaretiyle tartışmaya açık bırakıp kanıtlanmış verileri işleyerek hayat bilgisini geliştirmeye çalışmak dışında her yol mitolojiye çıkar. Gene de eğilim göstermekten kendimizi alamayacağımız için en çok eğilim gösterdiğimiz önermeyi hırpalamalıyız yoksa dogmaya dönüşür. ‘Tencerenin doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne niye inanmıyorsun?’ fıkrasındaki gibi kanıtlanamadıktan sonra teizm ateizm panteizm gibi ilgili önermelerden birini gerçek kabul edip çürütülemedikten sonra aynı sınıflamadaki diğer önermelerin üstünü çizmek kendini tanrı sanma hamlığıdır. Sorgulamayı sürdürmek yerine sorunsalı kanıtsız ya da eksik kanıtla bağlamak yozlaşmış polis gibi kanıt uydurmaktır. Sırf rasyonel diye öznelde her düşünebildiğini kanıt sanma yanılsaması yüzünden düşünce tarihinin desteksiz atma yarışmasından bir farkı yok.

Kuantum mekaniği kapsamındaki varsayımsal fenomenler rastlantısallıkla ilişkilendirilir oysa kuantum bilgisayar projesi de dahil kuantum teknolojisiyle ilişkilendirilen bütün beklentiler hızın nedenselliğiyle ilgilidir. Örneğin sonsuzluk lanetiyle baş edebilmenin birinci koşulu olarak aynı anda her yerde olmak hızın son sınırıdır. Olanaksız gibi görünse de nedenselliği basittir: biz mesela, duraklatma tuşumuzu bulur ve zamanımızı durdurabilirsek (kararlılık kazanabilirsek) bir tek anda olacağımız için o bir tek aynı anda her yerde olabiliriz.

Nedeni olmayan bir fenomen tespit edilemediği sürece nesnellikle bir ilgisi olmayan rastlantısallık öznelde veri yoksunluğundan kaynaklı öngörüsüzlüktür. Örneğin atılan bir zarın kaç geleceği öngörülemez çünkü öngörü eldeki verilerin yeterli olmasına bağlıdır ve veriler gerçek zamanlı elde edilebildiği için atılan zarla ilgili son ana kadar asla yeterli veri birikemez.[3]

Kısacası rastgele yapılan bir işin sonucu rastlantısaldır, öznelde tabii.

Kanıt yetersizliğinden ve kanıt işleme yetersizliğinden kendini sorumlu tutacağına kendine toz konduramama eğiliminin güdümünde anlayamayan öznel iradenin kendisi değil de anlaşılamayan nesnel fenomenin kendisiymiş gibi rastlantısallık (kaos) yaftasıyla bilememenin tüm suçu ilgili olgulara yükleniyor.

Sıkı bir düşünür olabilecekken pornografinin pençesinde vasat bir ikona dönüşen ve nedensellikten şaşırtmak için varsayımsal önermeleri en çok kötüye kullanılan Einstein bir cümleyle hem nedenselliğe sağlam vurgu yapar hem de rastlantısallığa deli gömleği giydirir: “Aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek…” Aynı yemeği tekrar tekrar pişirip her seferinde tencereden farklı yemeklerin çıkması gibi nesnelde rastlantısallık Einstein’ın vurgusuyla bimaristan yolcularına özgü bir hoşluk olabilir.

Hayat bilgisi

Yöntem kozmostur ve bizler o kozmik mesainin bilindik evrendeki en kaliteli en dinamik ürünüyüz. Onu geçtik. Bize gelelim. Biz hayatız. Yöntem demek bizim için hayat bilgisi demektir. Zaman duvarı yüzyıl olan faniler olarak hayat bilgisinin nerelere uzandığını Dünya denilen kozmik fare deliğinden bakarak bilmemiz olanaksız. Hayatın bir yol olduğunu ve tam ortasından optimum hayat bilgisinin geçtiğini varsayalım: durmak (kararlılık) diye bir seçeneğin olmadığı hayat yolundaki ilerleme açımız hayat yolunun ortasındaki optimum hayat bilgisine doğru bükülürse üretkenliğimizi arttırarak hayat bilgimizi geliştiriyor, ilerleme açımız hayat yolunun kenarındaki geri dönüşüm eşiğine doğru bükülürse bu sefer entropimizi arttırarak hayat bilgimizi yozlaştırıyoruz demektir.

Deterministik sistem

Deterministik sistem birkaç kez ikiye ayrılır. Örneğin bir hedef hem nokta atışı hem de yaylım ateşiyle vurulabilir. Nokta atışı tam manipülasyonla işletildiği için mermi keskin nişancının hükmünde tanrısal bir rota izleyerek hedefi bulur. Nokta atışı bu bağlamda tanrısal deterministik sistem olarak sınıflandırılabilir.

Tümelde tanrısal iradeden yoksun olan kozmosun keskin nişancı gibi tanrısal bir rota belirleyemediği halde gene de tikelde tanrısallık (yaratıcı irade) hedefine ulaşabilmesine bakılırsa hedefe isabet edene kadar mermi saçma (yaylım ateşi – mermi enflasyonu) metaforu kozmosa özgü kendiliğinden deterministik sistem görünmektedir. Kozmosa -ve bize- göre rastlantısaldır çünkü yaylım ateşinde isabet etmeyen mermilerin kaderi nesnelde daha tetiği çekerken belirlenmesine karşın ateş eden öznel iradenin öngörü yetersizliğinden dolayı öznelde bundan habersiz olması gibi örneğin dinozorların tutmayacağı baştan belli olduğu halde kozmosun öngörü yapabilecek (veri toplayıp işleyebilecek) bir bilinci olmadığı için önsel olarak dinozorların kaderinden -ve hiçbir şeyden- haberi olamazdı. Onun yerine mermisi hiç bitmeyen kör nişancı gibi kendiliğinden deterministik sistemler enflasyonunu kesintiye uğratmadan işleterek kozmos istikamet buluyor. Canlı evrimi mesela, çok basit: ölen ölür kalan sağlar evrimdir – saçılan mermilerden ne kadarı boşa gitse de isabet eden mermiler hedefin işini bitirir, saçılan canlılardan ne kadarı geri dönüşse de evrimini sürdürebilen yaratıcı iradeye dönüşür…

Kozmos sadece kendiliğinden deterministik sistemlerle işliyorken -bilindik evrende şimdilik sadece iki ayaklı memelinin tanımında şu veya bu dozda bulunabilen- sadece yaratıcı irade tarlaya tohum saçmak gibi hem kendiliğinden deterministik sistemleri ve beyin ameliyatı gibi hem de tanrısal deterministik sistemleri kullanabiliyor.

Üretken ve yıkıcı olmak üzere bir kez daha ikiye ayrılan deterministik sistem son kez öznel ve nesnel sınıflamalarına ayrılır. Nesnel deterministik sistemlere algoritma denir ve örneğin beyin ameliyatı gibi öznel deterministik sistemler örneğin robot teknolojisi gibi olabildiğince algoritmalarla zenginleştirilip nesnelliği kuvvetlendirilerek öznellikten kaynaklı hatalar en aza indirilebilir.

Entropi

Kozmos bir film olsa kozmik kararlılık için duraklatma tuşuna basmak yeterli olur ve zaman dururdu. Kozmosun bir duraklatma tuşu varsa bile şimdilik sır olduğundan kozmik kararlılık ancak kuramsal sınırlar içinde kalır ve örneğin bir atomu sonuna kadar soğutmaya çalışarak tikelde kozmik kararlılık deneyleri yapılabilir. Onun dışında kozmik kararsızlık mutlak esarettir; her şeyin nedenidir ve entropi ile ilgisi diğer her şeyle olan ilgisinden fazla değildir.

Yerdeki ve gökteki sayısız fenomende çokça örneği bulunan düzen ve düzensizlik, doğum ve ölüm gibi olumlu ya da olumsuz algılamamıza göre öznellik anlamında görecedir. Örneğin dolandırıcılık işlerinde dolandıran tarafa göre örneğin çiftlik bank gibi bir yapılanma gül gibi düzen iken dolandırılan tarafa göre ilgili yapılanma bal gibi düzensizlik olur.

En yakın ve en anlaşılır denek kendimiziz. Otuz Beş Yaş şiirine atfen bizler ömrümüzün ikinci yarısında canlılık bilgimizden kesintisiz fire verdiğimiz (canlılık bilgimiz peyderpey eksildiği) için mevta oluyoruz. Entropi bu durumda fire vermek gibi görünüyor. Başka bir deyişle hepimizin ve her şeyin bir entropi bardağı var ve hızlandırabilir ya da yavaşlatabiliriz ama entropi bardağının dolmasını asla durduramayız – entropi bardağımızı dolduran o son damla ile bizi biz yapan canlılık bilgimiz son fireyi verir.

Madde sirkülasyon (geçişme) halinde olduğuna göre entropi -tümel bilgi (evren) kesin değil ama- kesinlikle özerk yapıyı tanımlayan tikel bilginin eksilerek geri dönüşmesidir. Örneğin gene biz hem aşırı şişmanlayarak (maddemizi arttırarak) hem de aşırı zayıflayarak (maddemizi azaltarak) entropimizin artmasına (canlılık bilgimizden eksilmenin hızlanmasına) neden olabiliriz, ölmesek bile yaşam kalitemizden çokça fire vermiş oluruz.

Genel geçer bir entropi tanımı yapılamaz, zaman gibi entropi de ilgili olgulara bağlı olarak heterojen bir manzara sergiler. Yani insan zaman ile bina zamanın aynı yasalarla işlememesi gibi insanın entropisi ile binanın entropisi aynı yasalarla işleyemez.

Entropi ve zaman doğru orantılı işler, entropi arttıkça zaman hızlanır. Örneğin zararlı alışkanlıklara asılıp entropimizi arttırdıkça zamanımız da hızlanır, hızla yaşlanıp erken ölürüz… toplumlar da öyle… Ondandır ki kapitalizm genelevinin bilimci geçinen zıpçıktıları tarafından mitolojiler düzmek için fuhuş yapmaya zorlanan entropi konsepti her alandaki hayat bilgisini her anlamda geliştirebilmek için mutlak ihtiyaç…

Nedensellik

‘Ne var canım, kan davasıymış gibi yatıp kalkıp nedensellik diye yırtınmalara ne lüzum var? Kimin zevkine ne geliyorsa nedensellik rastgelelik düzensizlik vur patlasın çal oynasın isteyen istediği gibi eğlensin mutlu olsun…’ türü özgürlük gibi görünen indeterminist zırvalamalar kimilerine büyüleyici gelebilir.

Öncelikle… dertsiz olmak diye bir şey yok, kafası güzel olmak var… kafası güzel olmak demek bilincin kapalı ya da uyuşturulmuş olması demek…

Bilinci az çok uyanmış olanlar için dert ortada: Deterministik sistem demek salt nedensellik demek ve entropinin belirsiz yıkıcılığıyla mücadelede devrim kavramının tam karşılığı olan hayat bilgisini geliştirebilmek (uygarlığı yükseltebilmek) için en geniş anlamıyla sayısız üretken deterministik sisteme, hem de olabildiğince öznelliği baskılanıp nesnelliği kuvvetlendirilmiş deterministik sisteme ve en çok da rastlantısallığı en aza indiren tanrısal deterministik sisteme ihtiyaç var. Üstelik asıl önemlisi bir de bütün bunları kazaya belaya düşmeden yapabilmenin önkoşulu olarak başta devlet makinesi olmak üzere sosyal yapının aileden şirkete kadar irili ufaklı bütün kurumsal mekanizmalarını en yüksek üretkenlikte işletebilmek için en zorlu mesailer gerektiren temel deterministik sisteme ihtiyaç var.

Şimdi, gene de tutalım ki indeterminizm yeri göğü tutmuş olsun, her yer ve her şey salt rastlantısal olsun… gene de nedensellik de nedensellik çünkü bütün bu nedensellik diye yırtınmaların nedenselliği her anlamıyla birbirini avlayan maymun sürüsü olmaktan kurtulmaktır. Ne bir hastalık salgını ne bir yerküre ya da uzay felaketi ne da başka hiçbir bela, canlı cansız hiçbir tehlike karşısında kovalanan (av) olmamaktır, hiçbir işini şansa bırakmamaktır…

Bebek çocuk nedir bilmeyen vahşi azgınlık kâh alttan alta kâh açıktan açığa şerefsiz Batı’nın güdümünde zaten hükmünü sürdürüyorken bilerek ya da bilmeyerek nedensellikten şaşırtmak için mitolojik zırvalamalara mesai harcamak istikbale kan gütmektir.

Potansiyel

Askerî vesayet bir karikatürdü. Bu kanıtı CIA sundu. Askerî vesayetin yerini şimdi dünya görüşü “acıma yetime…” anlayışından ibaret olan Erdoğan dolduruyor. Karikatürün vesayetini karikatürün karikatürüne verdi bu millet çünkü devleti milletiyle Türkiye bir karikatür. Kimsenin bir suçu yok. Bir şey kendisi olmakla itham edilemez. Şebek şebeklikle itham edilemez, karikatür karikatürlükle… Karikatür olduğunu bilse zaten kıyametleri koparırdı.

İki ayaklı memeli kendi evrimsel aşamasından geçiyor, sorunlarına sahip çıkmaya evrim yaşı yetemediği için sıkıntıları aşıp rahata ulaşma güdüsüyle kestirme yolları (pornografi araçlarını) kullanarak sorunlarından kaçmaya çalışıyor. Şimdiki ortalığı bok götüren bu düzen zaten iki ayaklı memelinin kendine kurduğu cennet, bir de tadını çıkarmak için cebinde yeterli para olsa…[4]

Bir karikatürleşme yarışına tutuştu dünya, bir üçüncü dünya savaşı olsun olmasın salaklık son raddesine kadar zorlanarak deneyimlenecek… Laikçisi mezhepçisi bilimcisi politikacısı vs ülke için bir şeyler yapabilecek yetkinlikteymiş gibi görünen görünürdeki seçkin zümre üç kuruş menfaat uğruna kendini kurcalatmaya kullandırtmaya en yatkın şarklıların en beceriklileri…

Görünürde bilinç yok. Görünürde ümit yok. Ama bir de potansiyel var. Antik Yunan uygarlığından nükleer enerjiye kadar potansiyelin birbirinden nafiz sürüsüyle kanıtı var.

Türkiye’nin başına tam olarak ne geleceği, deprem mi savaş mı… yıkıcı darbeyi nereden ne zaman nasıl alacağı öngörülemez ama en dar açıyla bile olsa hayat bilgisinden her sapmanın bir geri dönüşüm eşiği var: belki on yıl belki yüz on yıl… sosyal bilgisinden son fireyi verdiği o son damlayla nasıl olsa toplumun entropi bardağı dolacak ve -piyango hangi jenerasyona vurursa artık- yeni bir sosyal yapı kurmak için iş başa düşecek.

Bireysel ya da toplumsal… potansiyelin açığa çıkması demek aslında sadece büyümek (erginleşmek – evrimleşmek) demek. Karakterli ve akıllı kadınlar ve erkekler toplumun görünmeyen ayrıntılarında uyuyan hücreler, büyük çoğunluğuyla yeteneklerinin kıymetini bilmiyorlar ve istikbal için elzem olduklarını da… Bütün mesele o potansiyeli açığa çıkarmak ve bunun tek yolu derdine düşmek… Derdine düşmek demek sorunlarına sahip çıkıp tartışmak demek… Sorunlarına sahip çıkıp tartışmak demek ütopyaya yüz vermeksizin devrimi tartışmak demek…[5]

DEMOKRASİ

Varsa eğer Allah tamamen materyalist, bu dünyanın işlerine karışmıyor ve öbür dünyanın işleriyle karıştırmıyor. Somut âleme gelince bizzat biz kanıtız ki kozmos bilen iradeyi bildi biliyor bilecek, ama… o da şimdi hemen değil. Bize bu durumda iyi kalpli uzaylı fantezisi kalıyor ya da iki ayaklı memeliler cehenneminde sahte bilgelik kumkumasıyla kaldık bir başımıza, İvedikler Zübükler falan oy avcılığının sakil gülünçlüklere indirgendiği azgelişmiş demokrasi koşullarında ilgi çekebilmek için çözüme yönelikmiş gibi göz boyamaktan öte hiçbir girişim öngörü gerektirmeyen sorunlar bile asla çözüme yönelik olmayacak. Olsa elli milyar kere depreme karşı dayanıklı olmuştuk. Ve daha pek çok şey.

Geneliyle yereliyle böylesine karanlık veriler ışığında ‘nasıl anlatılabilir?’ sorunsalının cevabı kesindir: anlatılamaz. O yüzden kanıtlama şehvetinin ateşlediği detaylarla şişirilmiş onlarca sayfalık kafa ütüleyici makaleler yerine yön arayışıyla bilen irade potansiyelini ateşleyebilecek put kırıcı provokasyonlar belki etkili olabilir. Ya da bilen irade potansiyeli olmasa bile mallardan bir mal olmak bir seçenek olamayacağına göre iki ayaklı memeliler sürüsünden ayrışmak zaman ve mekân göreceliğini kırabilen beyinsel enerji patlamaları gerektirir. Sonuç olarak yol almanın gündem olabilmesi yön bulmaya bağlıdır ve bir tartışma süreci işlemeden durduk yere yön bulunamaz.

Zımni demokrasiden zımni köleciliğe

Sınıflı toplum demek temsili yönetim demektir. Kölecilik savaş gücünün güdümündeki temsili yönetimken liberal demokrasi siyasal dolandırıcılığın güdümündeki temsili yönetimdir. Boyun eğdirme yöntemi olarak sopalama (kölecilik) ile aptallaştırma (liberalizm) arasındaki fark dış görünüşten ibarettir, boyun eğmek zımni demokrasi iken liberal demokrasi zımni köleciliktir. Ya da Goethe’nin dediği gibi: en ümitsizce köleleşmiş olanlar kendini özgür sananlardır.

Demokrasi yöntem değildir

Lider yatağına dönüştürülmüş üretken eğitim sisteminde yüksek yönetici erginliğinde ve yetkinliğinde yüz binlerce birey kesintisiz yetişebiliyor ise hepsi aynı faydayı sağlayacağı için yönetimsel işleri kimlerin üstlendiği sosyal çıkarlar açısından bir fark yaratmaz. Peygamber’in kimseyi kırmamak için ikametgâhını bir deveye seçtirmesi gibi yüz binlerce lider hazırda sürekli mevcut olduktan sonra içlerinden birilerini bir deveye de seçtirebiliriz, demokrasi ile birebir aynı işi görür.

Ya da sadık köpek üretim çiftliğine dönüştürülmüş dejenere eğitim sisteminde yüksek yönetici erginliğinde ve yetkinliğinde bir tek birey yetişemiyor ise bütün demokrasi girişimleri kaotik savrulmalar eşliğinde soysuzlaşarak en sonu yıkımla final yapar.

Azgelişmişlik ikilemi

Türkiye’deki gibi koruyucu kural ve kurumları gözetmeyen ilkel demokrasi girişimi güvenlik duvarı ve anti virüs programı olmadan internete bağlanmak gibidir, dünyanın en belalı virüsü CIA’ya kapıları yeniden açar – Canhıraş bir telaşla Batı kültürlü görünmeye çalışan şaşkınların üstünkörü demokrasi söylemi ancak emperyalist manipülasyonun propagandası olabilir.

Ya da antiemperyalizm söylemlerini bahane ederek toplumu yasaklarla kuşatıp siyaseti kapalı bir demokrasiye dönüştürmek işletim sistemini virüslerden korumak için internet bağlantısını kesmeye benzer, olası sosyal üretkenliği boğarak sosyal gelişim potansiyeline çelme takar.

Demokrasi tarihsel okuldur

Antik demokrasiler kaybedildi ve o günden bugüne köprünün altından çok sular aktı ama binlerce yıl süren sayısız padişahlık serüveninden sonra tekrar demokrasiye dönülmek zorunda kalındı. Yegâne patron olan halkın işe yarar personeli seçme ve verimli biçimde çalıştırma (patronluk) yeteneğinden yoksun olması nedeniyle Naziler gibi belirsiz tehlikeler yüzünden milyar kez kaybedilse de her seferinde sıfırdan demokrasiye girişmek dışında bir seçenek yok. Ervimsel sürecin en üst evresi olarak demokrasi illa mezun olunması gereken tarihsel mekteptir, mektebi kıran dejenerasyona sürüklenir.

Altmış darbesinde olduğu gibi yerelde en gelişmiş anayasayla dahi olsa ne kadar bozuk olduğu fark etmeksizin demokrasiye darbe indirmek bütün okulları kapatmakla aynı yıkımı yaşatır, sokaklara düşürüp kötü yola saptırır. Ki 21’inci Yüzyılın ilk çeyreği itibarıyla boğuşmakta olduğumuz siyasal kan davası hastalığı Altmışlarda çok daha hafif atlatılabilirdi. Hem de iyi kötü bir 68 Hareketi vardı, şimdi bir tarafta kusursuz hırboluk kasırgası tozu dumana katarken diğer tarafta sağduyu namına yaprak kıpırdamıyor.

Demokrasi sosyal diyalektiktir

Gelecekte bir gün amele fantezisini aşabilen bir kozmik kültür olarak komünist uygarlık kurulacaksa esasını açığa çıkaran tarihin birinci dönüm noktası Solon Yasaları fenomenidir.[6] Yıkıma sürüklenme korkusu sosyal gelişim ihtiyacını dayatarak tartışma sürecini alevlendirmiş, herhangi bir tüccarken Solon o tartışmalar içinde görünür olmuş ve çöküş sorunsalını önleme görevi Solon’a böylece verilmiş olabilir. Ve böylece Yedi Bilge mitinden öte hem töre ve ahlak anlayışının öznellikten kaynaklı belirsizliğini aşabilen sosyal kuralları ilk akıl eden Solon, hem Solon’un bir politik star ve padişaha dönüşmesini gönüllü sürgüne göndererek engelleyen ve yüksek yöneticilik işlerini yürütebilen etkin yönetici işgücü, hem de sosyal kuralların yaşamsal değerini kavrayıp sahiplenebilen yegâne patron halk -hepsi birden- birkaç yüzyıl süresince sürücül diyalektiğe (iktidar çatışmalarına) karşı sosyal diyalektiğin (düşünce çatışmalarının) bir nebze de olsa öne çıkabildiği antik demokrasinin temelini atabilmiştir.[7]

Liberal demokrasinin doğuşu da orta çağ karanlığında antik ihtişamı hatırlama ve o kaliteye ulaşma hevesiyle başlayan mekânda yaygın ve zamanda kesintisiz sosyal diyalektik sayesindedir.

Ve 20’nci yüzyılın son çeyreği itibarıyla artık hepsi çoktan bitti. Sanat bilim felsefe vs sosyal diyalektik adına her ne varsa hepsi artık muskacılık oldu. Zaten belli belirsiz işleyen sosyal diyalektik pazarlanabilir olmadığı için pazarlamacılığa yenildi, liberalizm lağımında boğuldu gitti.

Hastalıklı iktidar güdüsü hükmünde küflü ezberlerin cirit attığı sürücül diyalektikte düşünce işletmeye çalışmak kırık bacaklarla koşmaya çalışmaktan farksız. Boyun eğdirerek işini yürüten devlet, örgüt, şirket, aile vb hiçbir düzen sosyal diyalektiği sağlayamaz, çünkü düşünce gücü meydan okumaktır, boyun eğmek değil. Örneğin tıpta ‘tekrar tekrar kanıtlanmış bir tedavi yöntemine ne diye meydan okunur?’ sorusunun cevabı: ya o tedavi yönteminin daha kalitelisi veya daha kaliteli bir tedavi yöntemi varsa, meydan okumak dışında başka nasıl sınanabilir? Kalitede açgözlülük bütün göreceliklerden azade genel geçer stratejidir ve ne kadar başarılı olduğuna bakmaksızın rutine meydan okumak dışında kalite avcılığının başka bir işleyiş biçimi yoktur.

Demokrasi bireyciliktir

Demokrasiyi halk egemenliği diye kestirip atmanın ahmaklık olduğunu bizzat tarihsel materyalizm haykırıyor. Bireye boyun eğdiren devletten dine örgütten ideolojiye kadar her ne varsa hepsi sürü düzenidir. Çünkü birlik beraberlik gibi görünen yapılar birtakım bireyler tarafından töre, din ve ideolojiler kullanılarak ele geçirilmiş sürülerdir. Hiçbir topluluk sosyal değildir. Aile örneğin, erkek üstün anlayışa göre koca tarafından ele geçirilmiştir. Karı ve çocukların iradesi bariz bir gerçeklik olduğu halde erkek üstün sistem inkâr edip yok sayar, karı ve çocukların iradesini kocanın (babanın) temsil etmesini dayatır. Aileye boyun eğmek demek aslında o da bir birey olan kocaya (babaya) boyun eğmek, onun insafına kalmak ve ona hizmet etmek, kölelik yapmak demektir.[8]

Yazılı tarih, sürüleri peşine takabilmiş birtakım bireylerin abartılmış hikâyeleridir. Ne amaçla olduğu fark etmeksizin birilerinin peşine takılmak sürüden olmaktır. Halk egemenliğinin matematiği basittir: tek tek her birey egemen olursa halk o bireylerin toplamı olduğuna göre halkın egemenliği ancak gerçekleşmiş olur. Sınıfsız toplumu sınıflı toplumdan ayıran belirgin özellik birey tanımı olacaktır. O yüzden devlete karşı birey – dine karşı birey – şirkete karşı birey – ideolojiye karşı birey – örgüte karşı birey – töreye karşı birey – aileye karşı birey – temsili yönetime karşı doğrudan yönetim – temsili iradeye karşı doğrudan irade… Kısacası sürüye karşı birey – sürü düzenine karşı bireysel özerklik… Uygar böyle olunur, her koşulda bireysel iradeyi doğrudan işleterek. Boyun eğip araziye uymak (seleksiyon) Spartaküs’ün yaptığı gibi ilk fırsatta kaçıp kurtulmak şartıyla asgari düzeyde hayatta kalmak içindir, yoksa köleliğe dönüşür.

Özet olarak görevlerin uygulanması da hizmetlerin alınması da bütün sosyal etkileşimler bireyseldir. Devlet veya piyasa fark etmeksizin tek tek her bireyin görevini yerine getirme kalitesi ile tek tek her bireyin aldığı hizmet kalitesi toplandığında işte o sosyal kalitenin formülü olur.

Sonuç olarak

Liberalizm kendini bireyci olarak tanımlıyor diye bu onun bireyci olduğunu göstermez – kendini doğru tanımlayabilecek üstün bir bilinç henüz yeryüzüne teşrif etmiş değil. Ya da Marks’ın dediği gibi: biçim ve içerik aynı olsaydı bilime gerek olmazdı.

YÖNTEM

Kozmos

Yöntem diye ayrıca bir yaratım yok, işleyen akıl var. Evrenin kendisi tümel akıl ve en küçük unsuru tekil akıl nedir bilmiyoruz, tek muhataplığımız bir foton gibi kütlesiz ve bir galaksi gibi devasa olabilen tikel akılla. Tek etkileşimi birbirine geçişmek olan tikel akıl taneciklerinin Dünya’daki kanıtlarına bakılırsa tek mesaisi daha gelişmiş yapıları başarıp daha güçlü akıl taneciklerine dönüşmek görünüyor.

Heterojen bir kuvvet örüntüsü olan kozmos eğer intihar eğilimi taşımıyorsa entropi riskine karşı daha güçlü olmak dışında bir erek benimseyemez. Cansız akıl tanecikleriyle canlı akıl tanecikleri gelecek vadeden altyapısal bir değere sahip olabilir, mevzuyu kavrayıp çözebilen üstün kuvvet bilinçli akıl taneciklerinde var. Bu bağıntıya göre bütün galaksilere yayılıp kozmos adına kaderini ele alabilmek için bilinçli akıl taneciklerinin birbirini kollaması, geliştirmesi ve sayısız çoğaltması tek kozmik strateji olabilir.

Biz

Bir yerden gelip bir yere gittiğimiz yok, işleyen bilgi var. İster Allah’a yamuk yaptığımız için cennetten atılmış olalım, ister bir deney tüpünün içindeki öngörülemez ve tespit edilemez bir cürüm olalım… ve sair tümel önermelerden herhangi bir tanesi kâinatın gerçeği olabilir ama gerçek zamanlı işleyen en yakın gerçek bilgi gene kendimiziz. Rüya, yalan, hologram vs ne olursak olalım o olarak gerçeğiz.

Uzayın hikâyesine baktığımızda mesafesine göre cansız geçmişimiz ve dünyanın hikâyesine baktığımızda tarihine göre canlı geçmişimiz görülür. Canlı geçmişimizin en çarpıcı karakteri Cengiz Han’dır, o bir psikolojik üstünlük destanıdır, Peygamber bile solda sıfır kalır. Ömrünün ilk yarısında en ağır aşağılanmalarla bir kum torbası gibi dövüldüğü halde Cengiz Han tarihin en sarsıcı geri dönüşünü yaptı ve kalan zamanında sorgulanamaz yargılanamaz bir padişah olarak hüküm sürdü. Peygamber istese Cengiz Han ve fazlası olabilirdi. Münasebetsizliklere karşı en fazla ayetleri kalkan yapmak dışında ne taht kurup kimseye tepeden baktı ne de önünde eğilmesini istedi. Peygamber eğer Cengiz Han olsaydı peygamber olamaz, vahşi yaşamda ve yazılı tarihte sürüsüyle rastlanan sıradan bir iktidar düşkünü olurdu; tam tersine yüksek lider olarak Peygamber üstün sosyal eğilim göstererek padişah olmak yerine sıradan kalmayı başarıp tarihsellikte sıra dışı oldu.

Alkolik alkolizmin zarar verici gülünçlüğünü kavrayamaz. Hücresel aklımızın güce duyduğu sonsuz açlık yüzünden Cengiz Han gibi vahşi eğilim gösterenlerin zarar verici gülünçlüğünü kavrayamadığımız için hepimiz Cengiz Han (sorgulanamaz yargılanamaz) olmak istiyoruz ama o bir sanrı, makamlardan şöhretlerden servetlerden (yetkilerden ve yetkinliklerden) bir ya da birkaçına sahip olabiliriz ama Cengiz Han olamayız… Kimse Cengiz Han olamaz. Cengiz Han da Cengiz Han olamadı, bütün düşkünler gibi yoksunluk krizleri eşliğinde hekimlerinden iksir dilenerek gözü açık gitti.

Merkez olma eğilimi başka bir şey, merkez olduğunu sanmak başka. Bu bağlamda Kopernik’in düşünsel atağı merkez olma zannına karşı sezgiye dayalı felsefi bir meydan okumadır.

Kuvvet

Bir sonraki jenerasyonu geliştirirken geri dönüşüme uğramak dışında hiçbir akıl taneciğinin başka bir mesaisi yok, kozmik kölelik düzeni var. Bütün canlıların evrimi kendini tekrar etmeye yakın bir sarmalda işliyorken sadece iki ayaklı memelide bir sonraki nesil daha kuvvetli geliştiği için dünyanın en kuvvetli türüne dönüşebildik. Vahşi yaşamdan niteliksel kopma yaşayıp böylesi muazzam bir kuvvete ulaşabilmemiz sosyal eğilimimiz sayesindedir.

Baştan başa vahşi eğilimden ibaret silahlı kuvvetlerin siyasette on yıllarca tek belirleyici erk olması Türkiye gibi toplumların belki yüzlerce belki de sonsuza kadar karakterini toparlayamamasına ve sosyal yapı kuramamasına neden olabilir. İslamiyet’in yoğun sosyal eğilimini kavrama erginliğine erişemeyen mezhepçi tayfa Peygamber’in yaşadığı çağdan kaynaklı vahşi eğilimini esas aldığı için Türkiye’yi bir vatan değil bir ganimet görüp yağmaladı ve şimdi çöküşün kaçınılmaz eşiğine sürüklenmesiyle kesintisiz aşağılanarak bilenmiş laikçilerin bir karabasan gibi tepesine çökmesini korku içinde bekliyor… Örnekler sayısız çoğaltılabilir ve kendini imha etmesi kaçınılmazken vahşi eğilimin etki alanını da feci şekilde yozlaştırıp zayıflatarak sosyal işlevlerini körelttiği rahatça gözlenebilir – Yaşamak denirse vahşi eğilimle anca bir vahşi olarak yaşanabilir. ABD şirin görünmek için hep sosyal eğilimiyle göz boyarken vahşi eğilimini el altından sinsice yürütmeye çalışıyor ve bu ikiyüzlülüğü bir yerde vahşi eğilimi baskılayıp sosyal eğilime alan açıyor; o yüzden süper güç, dünyanın geri kalanına göre sosyal eğiliminin bir nebze daha baskın olması sayesinde.

Devrim

Zamanda ve mekândaki sınırları belirsiz ve sayısız detaylarla kuşatılmış çok katmanlı bir yöntem olması dışında devrimin herhangi bir şey örneğin çay demlemekten bir farkı yok, doğru ya da yanlış işleyen kurallar var. Herhangi bir iş ters gittiyse, örneğin çay içilmeyecek kadar kötü çıktıysa ya da devrim yenilgiye dönüştüyse atom altı veletler pislik yapmış olabilir ama biz ancak ilgili olgunun, örnekteki çay demlemenin ya da devrimin kurallarını muhatap alabilecek seviyedeyiz.

Devrime en büyük zararı yöntemi işçi sınıfına indirgeyerek Marksizm verdi. Köylülüğe eğilim gösterenler silahlı mücadeleye sürüklenirken kentliliğe eğilim gösterenler liberal demokrasinin işlevsiz altkümesine dönüştü, çünkü işçi sınıfı devrim yöntemi beklentilerinin zerresini karşılayabilecek içeriğe sahip değildi. Dünyayı dönüştürmek için yöntem geliştirebilecek üstünlükte bir akıl olmasına karşın Marks birinci koşulu öznel iktidar beklentisini hiçe saymak olan devrim teorisinin karanlık ve ümitsiz mesaisine girişmek yerine Almanya’nın müşfik başkanı olma hayalinin pençesinde iktidara giden kestirme yolu seçerek savaş gücü olmaktan başka politik bir kuvvet içermeyen işçi sınıfına mitolojik bir yorum getirdi ve böylece işçi sınıfı dogmasıyla sonsuza kadar kaybetmeye mahkûm feodal bir din kurmuş oldu. Olan komünizm kavramına oldu, ayağa düştü.

Bizim için yöntemin kaynağı tek tek her birimizde mevcut olan sosyal eğilimimizdir ve bugün artık hukuk kavramı olarak somut karşılığını yaratmıştır. Evrim yaşı gelişememiş şaşkınlar yeni fikirlerin yumurtlanması yönünde mucizevi doktrinler bekleyecek, onun dışında devrim yöntemi olarak hukuk kavramı görünen köyü göremeyenlere kılavuz olmak gibi kasvetli berbat mesailerle tekrar tekrar işlenecek ve gökten üç elma düşmeyecek, hayır, ilkeler ve algoritmalarla zenginleştirilip uzayın dört bir yanına yol alan kozmik kültüre dönüştükten sonra da işlenmeye devam edecek. Her şeyimiz hukuk kavramının süzgecinden geçmeye sonsuza kadar muhtaç, ama ondan önce sınıflı topluma özgü ilkel yorumunu aşmak gerek.

BİREYCİLİK

Soyağacı

Birinci terimi 1 (soyağacı sahibi) ve çarpanı 2 (1 yumurta 1 sperm) olan geometrik dizidir ancak -kadın ve erkek tabii- ortak atalar yüzünden sürekli küçülme yönünde düzensizlik gösterir. Örneğin kuzen evliliğinden doğan -birinci terim olarak 1’inci nesil kabul ettiğimiz- çocuğun 3’üncü nesil atalarından 2’si kardeş olacağı için 2 büyükanne ve 2 büyükbabanın anne babalarından oluşan 4’üncü nesil ataları 8 yerine 6 olur ve yeni ortak ata çıkana kadar soyağacı 6’yı baz alarak 5’inci nesil 12, 6’ncı nesil 24… diye devam eder. Hiç ortak ata olmasa örneğin 2 bin yılı 40 nesil kabul edersek İsa zamanındaki atalarımız 239 (yarım trilyondan fazla) ederdi. Bir önceki 41’inci nesil ise 1 trilyondan fazla ve bu böyle her bir önceki nesilde 2’ye katlanarak sonsuzluğa yol alırdı. Geleceğe dönük düşündüğümüzde örneğin 40 nesil sonra -4500 5000 yıllarında diyelim- doğan bir çocuğun bugünden o güne hiç ortak atası olmaması için bugün gene yarım trilyondan fazla nüfus olması gerekir, 41’inci nesilde 1 trilyondan fazla ve her bir sonraki nesilde 2’ye katlanır.

İlgili hesaplamalar ile nüfus hareketlerinin ekstrem çelişkiler içermesine bakılırsa kayıtlar biriktirildikçe uzak ortak atalar ve umulmadık akrabalıklar gibi şaşırtıcı verilerle zenginleşerek soyağacı hikâyesi çok tartışma götürecek.

Şovenizm

Geometrik diziden (yumurta ve sperm ikilisinden) bir sapma olamayacağına göre rezilinden vezirine âliminden zalimine birçok sürprize gebe çok geniş ata çeşitliliği içeren soyağacı örüntüsü ecdat sorunsalının tek bilimsel kaynağıdır ve geriye kalan ne varsa kutsal kitaplardaki peygamberler soyu zinciri gibi cinsiyetçi üstünlük kompleksi başta olmak üzere ırkçı mezhepçi ideolojik diye devam edip semtlere mahallelere hanelerin içine sızarak kılcal damarlarına kadar toplumlara nüfuz etmiş olan şovenizm oğlu şovenizmdir, kan davalarını besleyip canavarlaştıran ve insanlığa yükselişi baskılayan kültürel toksinlerin en kuvvetlisidir.

Ne yani çoluk çocuğunu her anlamıyla zayıflatarak parça parça imha eden şoven soytarıların ataları ve tarihi boydan boya şan şeref olsa ne yazar… ya da bütün risklere ve ıstıraplara meydan okuyarak nesilleri en yüksek hayat kalitesine ulaştırıp gücün zirvesine taşımak için var gücüyle mücadele veren sağgörü sahibi uygarların ataları ve tarihi şansızlıktan şerefsizlikten kırılsa… ne?..

Öz evrim

Yaşayan ya da ölmüş ataların ve yakın ya da uzak tarihin veya kişisel geçmişin hiçbir önemi olmaksızın sezgisel düşünceyi aşıp bilinç eşiğine tutunabilmek, bireyin nesnellik masasına kendisini alıp tanımlamaya çalışmasıyla mümkün olabilir. Tedavi nasıl ki teşhise dayanır, özelliklerini geliştirip kullanabilme ve arızalarını güncelleyip onarabilme ereğiyle kendi evrimini ele alabilmek de kendini tanımaya dayanır ve zaten her şeyle bağlantılı (görece) olduğu için kendini tanıma meselesi kendiliğinden her şeyi tanımlama mesaisine dönüşür.

Evrimse budur, evrim hikâyesini magazinleştirip esnaflığını yapmak değil işlemekte olan gerçek -zamanlı- evrime iradi müdahalede bulunup evrimsel verileri kendine mal ederek bizzat kendini ve toplumu erginleştirmeye çalışmaktır – Bireyin kendi özünde kozmik işleyişe hükmederek evrimine yön vermesi dururken başka zaman ve mekânlarda kanıt aramak ve kırık dökük verilerle evrime ikna için çabalamak tavuktan hallice olsa da özünden haberi olmayan (evrim yaşı küçük) şaşkınlara özgüdür.

Bireylik bilinci

Yumurta üretim plantasyonuna tıkıştırılmış tavuk yığınları arasından kendini ve içine hapsedildiği alçaklığı idrak eden bir tavuk öfke patlamalarıyla çıldırmaz mı cinnetler getirmez mi gelmişine geçmişine alayının saydırmaz mı ne yapmaz… dünya başına dar gelmez mi ne olmaz?.. Kendimizi sonsuz bolluk sandığımız için daha vurucu olsun diye kendini tanrı sanan dejenere derintisine ait ve birebir aynı çirkef eğilimlere sahip olduğunu idrak etmenin metaforu olarak güya empati kurduğumuz tavuğun içler acısı durumunu sezmesiyle yaşayacağı lanetli duygular ve tarifsiz şok, bilinçdışında saklı kriz fırtınalarının bilinç düzeyine doğru hareketlenmesiyle baş gösteren bireylik bilincinin ancak hoş geldin dayağı olabilir.

İyisiyle kötüsüyle duygusal tatmin aracı işlevini yerine getiren bir köle ve zaman öldürmeye yarayan yalnızlık savar bir oyuncak olduğunu sezinleyen ama elinden de bir şey gelmeyen bir ev köpeğinden farksız, sınırları ve içeriği bilinmeyen kriz fırtınaları karşısında bir çeyrek bir bilinç olduğunu sezmek cehennem azabından beter ama dünyanın en mutlusu da olsak bir köpek gibi sabah kalkıp akşam yatmak daha da beter. Akıl gücünde evrimsel bir gerilikleri olmadığı halde binlerce yıl sabah kalkıp akşam yatmaktan ibaret bir kısırdöngüde kriz fırtınalarından bihaber bir yaşam süren kabileler hiçbir krize karşı bir savunma mekanizması geliştiremedikleri için şimdi diğer orman yaratıklarıyla birlikte yağmur ormanlarının derinliklerine kaçarak liberal sömürü krizinin fırtınalarından korunmaya çalışıyorlar ve artık her şey için çok geç.

Tercih yapmanın söz konusu olmadığı dünya özgülünde acı gerçek ve müthiş acı gerçek dışında bir canlı katman yok. Bilinçdışına özgü kendini tekrar etme kâbusundan (müthiş acı gerçekten) uyanıp bir kez bireylik bilinciyle (acı gerçekle) temas yaşandıktan sonra atalarımızın asil ya da alçak ve tarihimizin asaletle ya da alçaklıkla örülmüş olması artık bir anlam ifade etmez çünkü ne asalet ne alçaklık miras olamaz -olsa Yunandan Mısırdan önce medeniyetin doğum yeri Ortadoğu’nun ihya olması gerekirdi- o yüzden o anda ne isek o kadarlık bir kuvvet olarak asalet de alçaklık da salt kişisel meselemiz olur. Ve bundan böyle atamızın en asil şahsiyet ya da en alçak yaratık veya ne olursa olması milim fark yaratmaksızın sabah kalkıp akşam yatana kadar kriz fırtınalarıyla boğuşarak üstünlük geliştirmeye çalışmak dışında kriz fırtınalarının altında ezilerek kafayı sıyırabilir ya da paso kafa çekerek algılarımızı kriz fırtınalarına kapatmaya çalışabiliriz ama ne bilinçdışına geri dönebilir ne de bilinç düzeyine erebiliriz, ulaşabileceğimiz en yüksek mertebe kriz fırtınalarıyla boğuşarak yaşamak ve boğuşurken ölmek olabilir.

Liberalizm personelcidir

Liberal sistemin merkezinde şirket kavramı vardır, liberalizm şirketçidir. Düz köylülerle işini yürüten derebeylikten farklı olarak şirket işlerinin çeşitli uzmanlıklarla donanmış personel gerektirmesi bireycilik yanlış algısının nedenidir. Liberalizmde yalnız yönetilenler değil başkan patron CEO rektör papa star vs herkes personel olmaya mahkûmdur, personel olmayı beceremeyen evsiz mahpus anne evinde sığıntı vb gibi sosyal atık olur. Bireycilik başlığı altındaki tartışmalar şirketçi yanılsama ya da siyasal dolandırıcılık değilse bireyci sistemin (sosyalizmin) altyapısıyla ilgilidir – liberalizmin personel yetiştirme zorunluluğu aynı zamanda bireyci sistemin altyapısını düşe kalka geliştirmektedir.

Bireycilik toplumculuktur

Liberalizm devlet erkinin kaçınılmaz parçalanma süreci olarak bireycilik propagandasıyla göz boyayan ekonomik ve politik spekülatörlük iken devletçilik ekonomiyle birlikte her şeyin manipülasyonu olarak toplumculuk propagandasının ardına sinmiş salt politik spekülatörlüktür ve devlet erkiyle toplum iradesini ikame etmeye çalıştığı için her seferinde feodalizme yuvarlanıp imha olması kaçınılmazdır.

Kavram tecavüzcülüğünde birbiriyle yarışan liberalizm ve devletçilik arasındaki kan davasının birebir yansıması olan bireyciliğin galatımeşhur tanımında bireyin çıkarları ile toplumun çıkarları karşı karşıya getirilip çatıştırılır. Bunun nedeni kavram olduğu halde birey vurgusunun kelimeye indirgenmesidir, halbuki bireycilik tanımlanırken birtakım bireyleri işaret etmediğine göre birey kavramı bütün bireyler anlamında zaten toplum vurgusuna karşılık gelir.

Kavram, adı üstünde, örneğin insan hakları başlığındaki insan kavramı tüm insanları kavramak zorundadır ya da kelimeler yeterli olsaydı kavramlara gerek kalmazdı. Kavram ilgili fenomeni ortak payda dışındaki bütün özelliklerinden soyutlayıp tekleştirmek demektir. Örneğin insan kavramına kendimizi soyutlayarak ulaşmak istersek bir nevi kimlik striptizi yapmamız gerekir: Ad soyadı ırk cins vs vb kimliğimizi oluşturan özelliklerimizi tek tek çıkarıp atarsak en sona kalan insan özelliğimiz bütün insanlarla ortak payda olduğu için tekleşmiş ve böylece insan kavramı kimseyi işaret etmeden herkesi kapsamış olur. -Anlayışsızlara karşı fazladan bir not olarak ırksal sınıfsal vd ayrımcılıklar ayrı mesele- tarihsel materyalizmde insan hakları ilk başta sadece erkeklerin tekelindeyken dikenli kadınların tarih sahnesine çıkmasıyla kadın hakları da eklendi ve 20’nci yüzyılın sonlarında çocuk hakları diye bir işlevsizlik iliştirilerek sözde olmak kaydıyla insan kavramına karşılık gelen bütün sosyal unsurlar insan hakları başlığında kapsanmış oldu.

Birey kavramını karşılayabilecek insandan başka bir olgu şimdilik mevcut olmadığı için birey kavramına varsayımsal soyutlama yaparak ulaşabiliriz. Örneğin bütün tavuklar bir gecede bilinç kazanıp iki ayaklı memeliye hesap sorsa cinsel ve sınıfsal mücadeleye bir de türsel mücadele eklenmiş olur ve işte o zaman tavukları da kapsayabilmek için son bir striptiz hareketiyle -soyutlama sürecinde tabii- tür özelliğini de sıyırıp atarak böylece birey kavramına ulaşmış oluruz. Bilinçle tanışmış uzaylı canlılar varsa insan olmayacağına göre onları kapsayabilmek gene birey kavramı ile olanaklı olabilir. Bu akıl yürütmeye göre o halde bir meslek ya da bilim sınırları içinde bir terim olarak kullanılmıyorsa birey bu dünya öbür dünya paralel evrenler vs mekânsal ve zamansal hiçbir sınır tanımaksızın kavram olarak bütün bilinçli irade eğilimini kapsar.

Konumuz gereği toplum olgusuyla sınırlı kalırsak kavram değil de birini ya da birilerini işaret eden kelime anlamıyla bireyciliğin günümüzdeki egemen ideolojilere benzeyen yamru yumru tanımına göre bireyin çıkarları ile toplumun çıkarlarını karşı karşıya getirip çatıştıran sistemin orijinaline monarşi denir. Bireylik bilinci ışığında peygamberler filozoflar önderler komutanlar vd gürbüz karakterler gibi o da bir birey olan padişahın çıkarları monarşide toplumu oluşturan diğer bütün bireylerin çıkarlarından üstün tutulur, toplumdan üstün değil çünkü padişah da topluma aittir. Gene monarşiden bozma liberalizmde kuvvetli bireylerin çıkarları zayıf bireylerin çıkarlarından üstün tutulur, toplumdan üstün değil çünkü kuvvetli bireyler de topluma aittir vs.

Mevzuyu şöyle bir toparlarsak devletçilikte merkez devletin, liberalizmde şirketindir. Bireycilik ise vurgusundan rahatça anlaşılacağı üzere birey kavramını merkeze almaktır ve toplumculuğun birey kavramını merkeze almak dışında bir işleyiş biçimi yoktur çünkü bizler kozmik sistemin çöplüğüne aitiz ve kozmik sistem işini unsurlarıyla yürütür. İstisna olduğumuza dair bir ipucu olmadığına göre kozmik sistemin beyinsel enerji üretebilen en gelişmiş unsurları payesiyle sınırlanan bizler her ne iş yapıyorsak o işin unsurlarını ele alarak ancak bütünlüğe ulaşabilir, projeyi gerçekleştirebiliriz. Dolayısıyla sosyal yapının insan veya değil bireyden başka bir unsuru olamayacağına göre birey kavramını ele almak dışında sosyal yapıyı geliştirmenin başka bir yolu olamaz. Hukuk kavramını esas alıp yöntemin merkezine birey kavramını oturtmak anlamında gerçek bireyci sisteme göre örneğin eğitim sisteminde sınav olamaz çünkü başarmanın koşulu tanımlamak olduğuna göre ebeveynlerle birlikte pedagog psikolog vd eğitim uzmanları çocuk yetiştirmenin koşulu olarak hangi dersten ne not alabileceği de dahil tek tek her çocuğu her anlamıyla zaten tanımak zorundadır.

Sonuç olarak

Birey kavramını merkeze almayan hiçbir sistem hukuk kavramı sistemi olamaz. Hukuk kavramının yegâne işlevi birey kavramının egemenlik sınırlarını en yüksek üretkenlik ortaya koyabilecek şekilde belirlemektir. Böylece hem her bireyden en yüksek fayda ve hem de her bireye en yüksek özgürlük (bireysel özerk yönetim – has anarşizm) sağlanmış olur.

BİREY KAVRAMI

Kurallar hapishanesi

Kural işletmek ölüm kalım meselesi. Eroin bağımlısının kendini kalorifere kelepçelemesi gibi zayıflığa düşmemizi engelleyecek kural duvarları örebilirsek o zaman güçlü olmak dışında açık bir istikamet kalmaz – ya kural işletensin ya da güdülen.

Hukuk kavramının yöntemi

“Her sınırlama bir eksiltmedir” önermesi sonsuz olanın tanımlanamaz oluşuna dahice bir vurgudur ama bizler için asıl önemlisi öğrenme süreciyle ilgili olmasıdır. Örneğin teşhis ve tedaviyi öğrenmek hurafeleri yadsımadır ya da tersi. Cehalet ya da üretkenlik, öğrenmek, tedavi olurken doktorun reçetesine ya da yemek yaparken aşçının tarifine biat etme gerekliliği gibi mevcut bilgi birikimi tarafından güdülme bilincidir. Bir tek hukuk kavramı kurala uymaz, yemek tarifi ya da reçete gibi ne yapacağımızı belirlemez, bizi gütmez; sadece yapmamamız gerekenleri dayatır. Yani hukuk kavramı çalamazsın dövemezsin öldüremezsin gibi olumsuz önermeler temelinde yapılanır, dolayısıyla hukuk kavramının yöntemine ulaşabilmek için Spinoza’nın ufuk açıcı tespitini ters çevirmek yeterli olur: Her eksiltme bir sınırlamadır.

Devlet

Olageldiği evrimleriyle devlet ve toplumu karakaçan ve sahibine benzetirsek sahibi karakaçandan daha eşek olduğu için oldu olalı karakaçan sahibine binmektedir.

Teşhis anarşizmden gelir: Adaletsizliğin nedeni kuvvetin yığılmasıdır, kuvvet bir merkezde ne kadar çok birikirse o kadar tahripkâr olur. Çözüm ise insanlık için en büyük nimeti ürettiğinden habersiz Montesquieu’de ilkesel ifadesini bulur: Kuvvetler ayrılığı.

Atanmış ya da seçilmiş olması fark etmeksizin ilgili görevlilerin hiçbir adaletsizliğe maruz kalmadan ve engellenmeden görevini hakkıyla yerine getirip tam hizmet vermesini sağlamak anlamında kuvvetler ayrılığı ancak görevsel özerklik ile olanaklı olabilir. Az bir kısmıyla Batıda filizlenmeye başlayan ve birazı da kâğıt üstünde mevcut olan görevsel özerkliğe tek cümlede vurgu yapmak gerekirse şimdilerde tanrıcılık oynamak için mastürbasyon aleti olarak kullanılan devlet başkanlığı makamı birkaç yüz ya da birkaç bin yıl sonra putperestlikten tümüyle arındırılıp bütün kutsamalardan azade olduğunda, yani liyakati yerine getirmeye çalışan diğer görevsel özerklik sınırlarına tecavüz edemeyecek şekilde hukuk kavramının geçit vermez kurallarıyla görev tanımının sınırlarına hapsedildiğinde kimse devlet başkanı olmak istemeyecek çünkü devlet başkanlığı zorunlu yaşamsal ihtiyaçlardan arta kalan zamanlarda it gibi çalışmaktır.

Suç

Cinsel sınıfsal gibi kapsamlı ve iklimsel gibi liberal sınırlar içinde kalan bütün mücadele mecraları devrimcilik içerir ama pirüpak bile olsa ötekileştirme illetini aşamayacağı için hiçbiri sınıflı topluma özgü kan davasına sürüklenmekten kurtulamaz. Adaletin tanımı tektir: suçu engellemek ve cezanın da suçluya karşı işlenen suç olması veya çocuğun sözünü kesmenin de suç olması gibi iki ayaklı memeliye suç gibi görünmeyenlerle birlikte ufak büyük olduğuna bakmaksızın bütün suçları tanımlayıp suça karşı evrensel örgütlenmeyi başararak küçücük bir kabahat dahi olsa son kırıntısına kadar her anlamıyla suçu sosyal işleyişten kazıyıp atmak sınıflı toplum anlayışına (kan davasına) düşmesi olanaksız dört başı mamur devrimciliktir.

Sokrates bir imaj ve pazarlama dolandırıcısı olmadığına göre “haksızlık yapmak haksızlık görmekten daha acıdır” sözünü milleti ayartmak için kullanmış olamaz, yıllar süren öz okumaların sonucu olabilir. ‘Haksızlık yapmanın acısı nedir, nereden gelir?’ soruları sonuna kadar üretken engin bir tartışmadır; şimdilik haksızlık yapmaktan (suç işlemekten) acı duymanın devrimcilik için kesin gereklilik olduğunu vurgulamak yeterli olur, suç işlemeye karşı içte bir acı yoksa kendini kandırma ve yenilgi vardır. Diğer bir deyişle devrimci olabilmenin bir numaralı kuralı kendi içindeki suç potansiyeliyle yüzleşip öznelliği aşmak ve sadece kendine yönelen değil bütün haksızlıkları kavrayabilmektir yoksa olageldiği haliyle suç işleme yetkisinin el değiştirmesi gibi bir ilkellikte devrim tekrar tekrar yenilgiye dönüşerek kapitalizme takviye olur. Suç bitirilemediği sürece hukuk kavramı asıl işlevini asla yerine getiremez, insanlık komünist uygarlığa kesinlikle yükselemez.

Mülkiyet

Fiili yönetmektir, o yüzden bilindik evrende mülkiyet meselesi olmayan hiçbir şey yoktur. Şu salgın belası mesela, biz virüsü yönetemediğimiz için virüs kendi kurallarına hapsedip bizi güdüyor.

Sorunlarımız üstünde iz sürersek her seferinde iş gelip bizde düğümlenir, birbirimizi yönetmeye çalışmaktan kendimizi alamadığımız için sorunlarımıza odaklanacak zaman ve enerji bulamıyoruz ki yönetebilelim. Hukuk kavramı bireylerin birbirini yönetmeye çalışmasından kaynaklı entropiyi engelleyerek her bireyin kendini yönetebilmesi için alan ve zaman yaratır.

Kendi bireysel özerkliğinde her şey -ama lafın gelişi değil kabul edilemez görünen sapıklık gibi eğilimler de dahil aklınıza ne gelirse hepsi- haktır. Tabii işin gerçeği kimsenin özerkliğine tecavüz edemedikten sonra baştan ayağa nefret gibi sapıklık gibi yıkıcı eğilimlerle dolu olsa bile kendi özerkliğinde birey kendine zarar vermekten fazlasını yapamaz.

Bireysel özerkliğe bir tecavüz olmadıktan sonra ahlaklılık ya da ahlaksızlık olduğuna bakmaksızın hukuk kavramı bütün eğilimleri kabul eder. Örneğin biri şeytana tapmak isterse hukuk kavramı bir şey yapamaz ama ayin adı altında kedi köpek kesmeye yeltenen olursa hukuk kavramı izin vermez çünkü dört ayaklı memeli de iki ayaklı memeli gibi olmamakla birlikte bireysel özerkliğe sahiptir ve inek koyun kesmek gibi olmadığı için başkalarını kesmenin önündeki psikolojik duvarı yıkabilir. Ya da Müslümanlık iddiasındaki biri kendi bireysel özerkliğinde inancını istediği gibi yaşayabilir ama Allah izin verdi diye karısına hafif darp yapamaz çünkü karısı da aynı kendisi gibi bireysel özerkliğe sahiptir vs. Hukuk kavramının başlangıç ilkeleri açık ve kesin: isterse Allah’ın emri olsun hukuk kavramıyla çelişen elenir, isterse iblisçe olsun hukuk kavramıyla uylaşan baş tacıdır.

Buradan hukuk üstündür anlamı çıkmamalıdır. Kuvvetliler en elzem insani değerleri ayaklar altına alıyorken hukukun üstünlüğü söylemi psikolojik savaşta zayıfları böcek gibi küçülterek kuvvetlilere hizmet ediyor. Hukuk kavramının kuralları kişiseldir; en erdemli en akıllı en uzman biri ya da birileri tek tek her bireyin haklarını bilebilme üstünlüğüne sahip olamaz ve gerek de yoktur. Hukuk kavramının yapıcıları ister dağdaki çoban ya da manav Osman ister ırgat ister genelev sermayesi ister evsiz… model ya da türkücü veya kim olursa olsun bir mülkiyet olarak kendine sahip çıkabilmek (yönetme yetkisini geliştirebilmek) için mücadele veren herkestir.

Dayanışmak zorundayız ve rekabet halindeyiz. Hiç öyle filozofların zıtlarla ilgili zorlu anlatımlarına girmeye gerek yok, pil gibi aynı, dayanışma ve rekabet sosyal yapının üretkenlik için gerekli iki kutbu ve birey kavramının sınırları hukuk kavramının kurallarıyla belirlenmeden hayat bilgisinden sapmalar kaçınılmaz olacağı için dayanışma ve rekabet tam üretken olamaz.

Kutsal dava

Her şey kozmosun düşüncesiyken dört harflilerin en gelişmiş unsurları olarak sadece biz düşüncede yolculuk yapabiliyoruz. Düşüncede yolculuğu sürdürebilirsek Mars’a da yolculuk yapabileceğiz ve medeniyeti yükseltebileceğiz. Şimdilik hayatta kalmak dışında komplekslerimizi doyurabilmek için liberalizmin de fişteklemeleriyle çılgınca debeleniyoruz.

Yetişkin olmak belli bilinç ölçütleri gerektirir, en önemlisi -çocukları ve gençleri hiç ilgilendirmeyen- ölüm bilincidir. Kendimiz için ne yaparsak yapalım neyi zorlarsak zorlayalım neye ulaşırsak ulaşalım biyolojik yasalar öyle bir handikap ki en çok ulaştığımız şeyin yoksunluk krizleriyle final yapmak tek kaderimiz.

Düşüncenin akabileceği tek açık istikamet bebek. Bir ya da birkaç özel bebeğe odaklı annelik bilgisi ve babalık bilgisinde somutluk kazanan kozmosun düşüncesini biz düşünebilenler soyutlama sürecinde devam ettirip kapsayıcı bebek kavramına ulaşarak bir adım öteye taşıyabiliriz.

Tarihi okuyabilenler için kural tek: bebeklerini en kuvvetli yetiştirenler kazanır. “Hak verilmez alınır” iddiasından önce çocuk yetiştirmenin hakkını vermek vardır. Bizden önceki ata denilen gulyabaniler irademiz ve istidadımız üstünde geliştirici çalışmalar yapıp en donanımlı ve en kuvvetli olmamızı sağlamak yerine irademizi ve istidadımızı budayarak bizi dört ayaklı memeliymişiz gibi kendilerine mülkiyet olarak yetiştirdikleri, eğitimimizin ve öğrenimimizin hakkını vermedikleri için bizler şimdi köpek sürüsünden farksız yönetme yetkimizi kullanamıyor, hakkımız olanı söküp alamıyor, esenliğe çıkamıyoruz.

Bütün mesele liberal anlayışı aşabilmiş (para diye kudurmayan) ergin ve yetkin kadrolarla hukuk kavramını öğretme yöntemi olarak her bebeği her şeyiyle kendi mülkiyeti olarak yetiştirebilmektir. Anaokulu çağında bir çocuğa yapısını oluşturan uzuvlarını ayna karşısında tek tek anlatarak bedensel mülkiyetini tanıtma ve kendi bedeninin tek sahibi olarak anne baba da olsa izni olmadan kimsenin hiçbir yerine saçının ucuna bile dokunamayacağını -tabii ki çeşitli oyunlarla- öğretme mesaisi devrimin ancak başlangıcı olabilir.

Her şey bebek için. Kendi mülkiyeti (kendine mülkiyet) olarak çocukları yetiştirmeyi başarmak dışında devrimin diğer bütün tanımları yenilgidir. İktidarı ele geçirmenin şartlarına devrimin şartları dendi. Devrimin şimdiye kadar saman alevi gibi yanıp sönmek dışında hiç gerçekleşememiş tek şartı liderlik. Az gelişmiş çok gelişmiş olduğuna bakmaksızın dünyanın neresinde liderlik açığa çıkarsa devrim orada olacak ve dünyanın geri kalanına öncülük edecek. Önümüzdeki yakıcı sorun zamanda kesintiye uğramayan ve mekânda kesintisiz yayılabilen sonsuza kadar sürecek liderlik atağını başlatabilmektir.

LİDERLİK

Devrimcilik

Sudan karaya geçiş eşiğinde karada yaşam bilgisine sahip olamadığı için suda yaşam ile karada yaşam arasında gidip gelen ilk ilkel amfibiler gibi vahşilikten uygarlığa yükselme eşiğinde kozmik uygarlık bilgisine sahip olamadığımız için vahşi yaşam ile uygar yaşam arasında bocalayan yeni tür ilk ikiyaşayışlı canlılarız, vakti zamanında suda yaşam ortak payda iken sadece ilk ilkel amfibilerde karada yaşam umudu olması gibi şimdi bizim zamanımızda bilinçdışı ortak payda iken bilinç umudu sadece bizde var.

Denizlerdeki yaşamın kendiliğinden bir uygarlık şansı olamayacağı kesin ise bilinçdışına özgü ilk devrimciler payesini hak eden ilk ilkel amfibiler sayesinde uygarlığa ilk adım olarak karada tutunmayı başardıktan sonra dünya kadar evrim ve gene bilinçdışına özgü sayısız devrimle en sonu bilinçdışından çıkış eşiğindeyiz. Bundan böyle bilinç kavramına özgü ilk devrimciler olabilme yolunda bilinç eşiğine tutunabilmek için evrimsel göreceliğe iman edip zan ve gerçeği ayrıştırma mesaisine girişmek zorundayız.

Tarihsel materyalizme meydan okumak

Tarihsel materyalizmin raconuna kalsa bir karadelikte dünyaya geldiği için geldiği gibi gitmeliydi ama Peygamber tarihsel olayların ürünü değil başlı başına yaratıcısıydı.[9]

Yıllarca zorladığı akıl gücüne dayalı yüksek liderlikten umudunu kesen Peygamber iki ayaklı memelinin anladığı dilden konuşmak için liderliğini komutanlık seviyesine indirgeyip barış dinini hicretle savaş düzenine almak zorunda kaldı ve milleti anca İslam’a çekebildi. Ne var ki yetersiz liderlikten dolayı bütün devrim girişimleri gibi İslamiyet de iki ayaklı memelinin aletine dönüşmekten kurtulamazdı. Liderlik yoksunluğuna fıkra gibi bir örnek olarak Kuran’a konu olması sayesinde sahabenin hem de Peygamber konuşma yaparken panayırda eğleşmek için Cuma namazından kaçtığını öğrenebiliyoruz.[10] Münferit gibi görünebilir ama -sendromların tabiatı öyle, hep münferit gibi görünürler- asrısaadette yaşadı diye zorunlu çalışma dışındaki bütün hayatı oyunlar ve oyuncaklarla çevrelenmiş günümüzün İvedikyen popülasyonundan daha ergin olamayacağına göre on yaşlarındaki çocukları amfiye doldurup nöroşirurji dersi vermenin çocuklarda yaratacağı bayıltıcı bunaltı gibi can kulağıyla dinlemeye çalışsa da Peygamber’in ergin akıllara hitap eden söylevleri sahabeyi bunaltmaktan başka bir işe yarayamazdı.

Anlayamayan anlayamaz totoloji neyse ne de asıl facia anladığını sananlar. Müşrik Mekke ile anlaşmaya çalışırken fetih sözünden caydı diye Peygamber’e cephe alan Ömer kurmaylardaki liderlik eksikliğine sarsıcı bir örnektir. Ömer yerine Mao ya da Atatürk olsa Peygamber’i hemen anlardı çünkü kuvvetli komutanlar zafere düz yoldan gidilemeyeceği bilinciyle avantajlar ve dezavantajlar ağını yöneterek dolambaçlı yollarda uzun uzadıya iz sürer. Geçelim liderliği Ömer’de yüksek risk içeren birinci derece dezavantajı bir süreliğine etkisizleştirme fırsatını değerlendirip sırtını sağlama aldıktan sonra ikinci derece dezavantajları alt etme stratejisini anlayabilecek komutanlığa özgü asgari liyakat dahi yoktu.

Liderlik yoksunluğuna gelmeden Peygamber’in nasıl bir evrimsel yetersizlikle boğuştuğuna gerçekten anıtsal örnek bildiğimiz şu basit aptes, manevi temizlik bahanesiyle millete temizlik alışkanlığı aşılamak için günde beş kere temizlenme oyunu oynatmak dahilikle açıklanamayacak üstünlükte bir gerçeklik algısı ve soyutlama kuvveti gerektirir.

Tabii bizi asıl ilgilendiren Peygamber gibi sosyal gelişim namına yaprak kıpırdamayan bir zamandaki bir mekânda hareketi yoktan var edip tarihsel materyalizme hükmederek zamanı bükecek kadar kuvvetli olsa bile tek başına bir liderin -bilinç kavramına özgü- devrim söz konusu olduğunda bir anlam ifade etmeyeceğidir.

Yüce liderle pis kaybetmek

Masalımsı algı yüzünden bizden gördüğümüzü destanlaştırma ve öteki gördüğümüzü itibarsızlaştırma çocuksuluğumuz bilinç gelişimini baskılayan püsküllü belamız. Destansı karakterlerden örneğin Atatürk’ün komutanlığı ne kadar kuvvetliyse liderliği de o kadar zayıftı; ulu önderi oynarken lafta kaldığı için ama, yoksa savaştaki çalışkanlığıyla savaşırken yaptığı gibi uygulamanın başında ve her yerinde olsaydı böyle olmazdı. Ya da yine komutanlığı çok kuvvetli Mao’nun liderliği o kadar zayıftı ki milletin tek şansı yönetici işgücünü aşağılama ayinlerine kurban edip üretkenliği tahrip etmenin sonucunda millet ağaç kabuğu kemirmeye başlayınca o korkuyla can düşmanı liberallere kendini aşağılatarak halkının sömürülmesini dilenmek zorunda kaldı.

Bir birey teori yumurtlayacak, kalanlar işçiliğini yapacak… karınca kolonisi gibi… cidden?.. Alçakgönüllülük öznel bir meziyet değil sıradan ve sınırlı olduğumuz nesnelliğini idrak edip kendini bolluk sanma kompleksine meydan okuyabilmektir. Her şeyi bilse ve kusursuz liderlik özelliğine sahip olsa bile bir birey aynı anda her yerde olamayacağına göre sorunların yönetimini başaramayacağı gibi girişimi de pis geri teper çünkü o da laf bu da laf, iki ayaklı memeli hangisinde elmaşekeri varsa döner dolaşır o lafa gider.

Liderliğin esası

Kesintisiz ihanet halidir. Hain olmadan lider olunmaz. Köpeğin kaybedenlerden olmasının nedeni nasıl ki kendi köpeklik bilgisi, trilyonlarca hücrenin sıkı sıkıya organize olmasıyla çılgın bir mafyaya dönüşen genlerimiz başta olmak üzere verili olan ne varsa bize kaybettiren de o ezberler. İhanet olmadan ezber bataklığında uygarlığa yükselme şansı olamaz.

İhanet demek önce şüphecilik demektir ve şüpheciliğin fiili sorgulamaktır ama iş kitaplarda yazdığı gibi o kadar kolay değil çünkü zan ve gerçek ayrışımı kanıtlanabilir değil. Kendini kandırma değilse okuma anlama öğrenme geliştirme (yaratıcılık) süreci olarak üretken şüphecilik ilgili önermenin sayısız kez sağlamasını yapmaktır, kusana kadar. Tabii önce bütün yanılsamaların tek kaynağı genlerimiz başta olmak üzere türümüze ırkımıza cinsimize dinimize ideolojimize geleneğimize tarihimize atalarımıza vd verili olan her şeye ihanet etmek zorundayız. Örneğin erkek olarak cinsimize ihanet etmezsek -işçi sınıfı ve kadınlığı temsil eden- hizmetçiyi cinsel emellerinin nesnesine dönüştüren Marks gibi cinsel ayrımcılığı aşmak anca lafta kalır. Marks kendine ihanet etseydi ihanet ettiği zayıflığı olacaktı. Ya da kadın olarak cinsimize ihanet etmezsek Marks’ın hanesindeki hizmetçi gibi üst üste bindirilen binlerce yıllık zayıflığımızla hesaplaşma şansımız olamaz ve köle ve oyuncak olmaktan kurtulamayız. Kendimize ihanet edersek ihanet ettiğimiz zayıflığımız olacaktır.

Bilgi bir orman ve bizler yemişlerine muhtaç maymunlarız. Sınırları belirsiz bir ormanda yaşama tutunmaya çalışırken bir ağaca tüneyip tek çeşit beslenmek öldürmezse süründüren bilinçdışına özgü cahilce bir sadakat. Sadakatle devrim yapılamaz ve yükseltilemez. Devrimci demek tümden askerliğe elverişsiz demektir, kutsalmış yüceymiş kimseye bir şeye bir sadakat göstermeksizin her emri her önermeyi her şeyi, Allah yeryüzüne inip kendini kanıtlasa onu bile sorgulamadan edemeyen demektir. Devrimi kaybettiren yanlış strateji karşı devrimdir. Niyet de cesaret de hepsi hiçbir şey, yöntem her şey. Bir yetişkine tutunmadan yapamayan çocuk gibi çocukça duygusal bağ kurup özdeşleşerek eğrisine doğrusuna bakmadan kutsamaya çalışmak yerine kökenine bakmaksızın bütün ezberlerin çürüğünü atıp sağlamını almak dışında komünist uygarlığa yükselmenin bir yolu yok.

Esas strateji

Tarihsel materyalizmin her tür kötü sürprizini öngörüp stratejiye yön verebilecek sayısız lider yetiştirmek (liderlik geliştirmek) zaman ve mekân göreceliğinden azade önsel strateji olmak zorundadır çünkü öngörü bir ya da birkaç aklın yeterli olamayacağı sıkı konjonktür okumaları sonucunda elde edilebilen mutlak üstünlüktür.

Kozmik işleyiş basit: evrim belirli bir bilinç seviyesine ulaşabilmeli ki devrimci siyaseti ateşleyebilecek ilk liderlik patlaması gerçekleşebilsin. Sonrasında devrimci siyaset salt lider yatağına dönüştürülmeli ki liderlik çoklu öngörü yeteneğiyle tarihsel materyalizmi hükmüne alıp insanlığı kozmik uygarlığa evrimleştirebilsin.

Önce sağda solda tek tük açan çiçeklerle kendini gösterip sonra her yan çiçek kesilerek baharın gelmesi gibi tek tük liderlik ataklarıyla işleyen evrim dünyanın dört bir yanında birdenbire sayısız liderlik atağına dönüşerek sınıflı toplum kolaylıkla aşılabilir ya da binlerce berbat yıl sürebilir veya fütürist anlayışa bakılırsa teknoloji ne kadar evrimleşse de bilinçdışına özgü vahşi eğilimi aşabilecek bir canlı evrimi sonsuza kadar gerçekleşmeyebilir. Nerden baksak işimiz önce evrime kalıyor, babalıkmış reislikmiş başkanlıkmış saltanatı birkaç kükremeden ibaret sürü liderliği meselemiz olmadığına göre lider olabilmek için lider doğmak gerek.[11]

Liderliği öğrenebilmek, yüzme öğrenmenin kendi kulacını atmayı gerektirmesi gibi öz yetki ile siyaset yapmayı gerektirdiğine göre liderlik geliştirme yöntemi olarak üretken siyaset yapma isteğinde olan herkese siyaset yapabilecek koşulları sağlamak dışında devrimci siyasetin bir misyonu olamaz. Diğer yandan siyaset süreci yaşamın her alanında esas belirleyici olduğuna göre siyaset yapabilmenin (yönetme yetkisini kullanabilmenin) kuralları hukuk kavramının esasını oluşturur. O halde liderliğin öncelikli misyonu hukuk kavramının esasını başarıp siyasal dokunulmazlığın sıkı sıkıya korumaya alındığı güvenli bir siyaset alanı açmaktır.

İşler yolunda giderse gün gelecek Güneş Sistemini yönetmek ve Güneşi hidrojenle şarj etmek liderlik meselesi olacak, şimdilik liderlik meselesi hayat bilgisinin ilk basit ilkelerini başarmaktan ibaret ve dört ayaklı memeli gibi hiçbir şansı olmayan bir bahtsız değil de iki ayaklı memeli olarak dünyaya geldiğimize göre hepimiz lider doğduk demektir. Oldu olalı liderlik için gerekli görülen çene kuvvetinin politikada ve ekonomide çoğunlukla spekülatörlük için kullanıldığı bilinciyle sağır kör otistik nevrotik vb psikolojik ve veya fizyolojik arızalarından dolayı iletişim (öğrenme) zorlukları yaşayan en uçtakiler de dahil ‘lider nasıl olunur?’ sorunsalının peşine düşüp sonuna kadar zorlamadan kadın veya erkek ya da sağır ve dilsiz veya disleksi… kimin ne çeşit bir liderlik potansiyeli içerdiği kesinlikle bilinemez.

Bizler; düşman algısını aşıp sorun algısına yükselebilmek… farklı düşünmenin (fikir ayrılığının) suç değil kozmik işleyişin kendiliğinden özelliği olduğu bilinciyle teori ve uygulama sürecini kesintiye uğratmadan bir arada barınabilmek… liderlik potansiyeline gölge etmemek, askerliğe zorlayarak toy liderlik ataklarını boğmamak… tarihsel hikâye, karakter, ideoloji ve sair kimse ya da bir şeyle özdeşleşmeden (bir ezbere tutunmadan) bağımsız akıl yürütmeyi başarabilmek… gibi basit olduğu kadar sınırsız tartışma gerektiren liderliğin birbiriyle bağlantılı başlangıç ilkelerini başarmaktan henüz çok uzağız.

Asgari liderlik

Askerî vesayetin sergerdelerini harcayan sistem askerî vesayet sistemiydi. İkamet ettiği binanın kolonlarını kesen gafil gibi en büyük kumpası askerî vesayetin kendisi istediğini harcayabilen dejenere bir sistem kurarak kendine kurmuş oldu.

Saçmalıkta destansı devlet başkanlarından Erdoğan sınırsız yetkiyle uçurulduğu için Türkiye yapısına askerî vesayetin kaldığı yerden ağır zararlar verdi veriyor verecek. Erdoğan’dan bile saçma bir tip olan Trump ise ABD’nin uygulamada görece sorun olmayan yasalarıyla sınırlandığı için yeniden seçilse ve seçmenleri tanrı diye tapsa bile ABD yapısına onarılamayacak türden zararlar veremeden kendi kendine ıskartaya çıkacak ve sonrasında en fazla itin götüne sokarlar. Iskartaya çıktıktan sonra Erdoğan ve askerlerinin başına neler geleceği ise dejenere sistem yüzünden belirsiz.

Eskiden askerî vesayette ve şimdi mezhepçi tayfada görüldüğü gibi yasa masa takmadan yapabildiğini yapmak bilinçdışına özgüdür. Mezhepçinin hâlâ bir şansı var; arsızca çöreklenip biçimsellikle göz boyamaya bile tenezzül etmeden uyguladığı askerî vesayetin dejenere sistemini kimsenin kimseyi harcayamayacağı şekilde onarmaya girişmek tek çıkış yolu. Ya da bilincin ilk göstergesi kendini sınırlayabilme iradesidir.

İslam terminolojisindeki zalim tanımıyla birebir örtüşür biçimde askerî vesayet işi sapıklığa vardıracak kadar kendini sınırlamak nedir bilmeden kendini öldürürken Türkiye’yi de öldürüyordu. Şimdi mezhepçi, bir kula tanrı kafası yaşatacak kadar kendini sınırlamak nedir bilmeden kendini öldürüyorken Türkiye’yi de öldürüyor. Sırada laikçi var, nasıl da sabırsız.

Eroin bağımlısının eroin fabrikasına müdür olması ne ise iktidara çöreklenmek de odur, sonun başlangıcıdır. Bizler özlemlerimiz ve intikamlarımızdan ibaretiz. Muhalefette böylesine yozlaşmışken iktidara çöreklendiğinde laikçi de intikam alırken çalacak, çalarken intikam alacak… Türkiye’yi ayakta tutan kolonlardan birini de o kesecek.

Ortaçağ kaçkını dalavereci lavuklardan biri gidecek biri gelecek, kaka ile mamayı ayıramayan bir bebekten farksız iki kalem kural işletip siyasete sınırlamalar getiremediği için Türkiye milleti soysuzlaştıkça soysuzlaşarak parça parça ölecek. Belki PKK’nın işine yarayacak, o da belki.

Bir şokla bir hiç olan Osmanlı orada, Atatürk’ün kaybedilen yarım yamalak devrimi orada, eloğlunun bir şamarıyla tarumar olan askerî vesayet orada… kendi yarattığı politik cehennemle cebelleşen mezhepçi burada, yabancılaşmanın yabancılaşmasının yabancılaşması oportünist laikçi burada… her alanda her anlamıyla yıkıma sürüklenen Türkiye ortada… avantasına laklakiyat her yerde, örgütlü bilinç hiçbir yerde… yüzlerce yıllık terane.

SİYASET

Açık ve kapalı yasası

Tikelde sadece kapalı yasasına sahip bir olgu çevresiyle hiçbir etkileşime giremeyeceği için ne artan ne eksilen salt kendine ait bir mutlaklık olabilir, ki veri alışverişi de olamayacağı için bilinemez. Örneğin karadelik varsayımına bakılırsa çevresiyle alışverişinde içten dışa veriş yolu kapalı olduğu için olay ufkundan sonrası bilinemiyor. Dıştan içe alış yolu da kapalı olsa, yani -çevresindeki olgularla birlikte- olay ufku da olmasa hiç bilinemeyecekti. Sadece açık yasasına gelince âdeta hiçlik olabilir, ki hayalde bile tasarlanamaz. Olsa olsa telleri parçalanıp dağılmış bir elek gibi hiçbir şeyi tutamayan boşluk anlamına indirgenebilir. Örneğin uzay boşluğu sadece açık yasası ile işlese, yani gerçekten sürtünmesiz olsa ışık yol aldıkça mesafeyle doğru orantılı zayıflamazdı; diğer bir deyişle bir mekân olan ışık diğer bir mekân olan uzay boşluğuna mesafeye bağlı bir sistematikle yapısından peyderpey kaybedip eksilmezdi. Bu akıl yürütmeye göre hiçbir tikel yapı sadece kapalı yasasına sahip olamaz, olursa yok hükmünde olur ya da sadece açık yasasına sahip olamaz, olursa ne olur Allah bilir.

Tümelde ise şu an sadece kapalı yasası geçerli olsa hiçbir şey birbirini tutamayacağı için kozmos tekil yapılara dağılarak kurallarını kaybeder. Ya da sadece açık yasası geçerli olsa her şey birbirine geçişeceği için kozmos kurallarını bu sefer homojen tekilliğe çökerek kaybeder. Birbirine tutunabilmesi için tekil yapıların (kozmik dokunun) gözenekli olması ve katı sıvı gaz plazma ışık ısı bilinen bilinmeyen farklı tür ve boyuttaki sayısız kuvvetin çoklu geçişmesini sürdürebilmesi için kozmosun iç içe geçmiş elek ve süzgeç (filtre) benzeri yapılardan oluşması gerekir. Örneğin Dünyanın manyetik alanı iri tanelere kapalı bir elek gibi bizi yüksek enerjili ışınsal mermilerden korur ama eleğin ince tanelere açık olması gibi ışıksız da bırakmaz.

Belli bir frekansın altındaki ve üstündeki ışık türlerine kapalı olan gözümüzden seçici geçirgen diye nitelenen hücre zarımıza kadar bittabi biz de açık ve kapalı temel yasasıyla işleyen ve işini gören kozmik şeyiz. Örneğin yapay zekâ teknolojisi, açık ve kapalı yasası -sanayi devriminin talebini karşılayan algoritma tasarımı darlığında- dar anlamda keşfedildikten sonra geliştirilebildi. Dijitalde 0 kapalı ve 1 açıktır, trafikte kırmızı ve yeşil… Sosyal yapının işleyişinde yasaklar kapalıdır, olumsuz önermeler kapalıdır vs… Bireysel ya da toplumsal başımıza her ne bela geliyorsa hepsi açık ve kapalı temel yasasını doğru işletebilecek bilgi kümesine ve veya irade gücüne erişimde yaşanan arıza nedeniyledir.

Bizim yasamız

Hümanizm halkçılık yurtseverlik milliyetçilik ırkçılık ümmetçilik kardeşlik yoldaşlık vb söylemler siyasal pazarlama oyunlarından değilse masumca yanılsamadır. Başkalarının refahı huzuru mutluluğu için çalışmak (gönüllü kölelik) ne genetik ne kültürel hiçbir kitapta yazmaz, kimi ve neyi seversek maddi ve veya manevi fayda olarak ve fayda olduğu kadar severiz ya da maddi ve veya manevi zarar olarak ve zarar olduğu kadar nefret ederiz.

Mutlak yaşamsal iletişim yöntemi olan tek kozunu her ihtiyaç duyduğunda etkinleştirip yürek dağlayıcı duygu sömürüsü estirerek yaşamsal ilgi avlayan bebek de dahil tüm canlılar için çalmak tek boyutlu bir süreç iken hırsızlık işlerini çok boyutlu ele alabilen biz gibi kozmik harikalara gelince topla tüfekle birbirimizi avlamak gibi sıradan vahşiliklerden arta kalan zamanlarda uygarlığa özgü her çeşitten iletişim aracını vahşi yaşama özgü her çeşitten hileyle güzelleştirip sonuna kadar zorlayarak birbirimizden çıkar sağlamak için birbirimizin ilgisini avlamaya çalışıyoruz. Şimdiki meselemiz yabancılaşmaya bağlı yıkım tehlikesine açık olduğu için birbirimizden çalmayı kapalı yasasına bağlayamasak bile olabildiğince zorlaştıran bir sosyal yapı geliştirebilmektir, onun dışında diğer canlılardan çalabildiğimiz kadar çalmayı açık tutmak tartışmaya kapalıdır.

Liberal asalet

Lebalep erkeğin orospusu ile dolu küçük kürede kimse liberalin eline su dökemez ama bir yanıyla da asalet sahibi tek zümre çünkü ‘ben padişah olamayacaksam kimse padişah olamasın’ uyanıklığıyla kendini ezdirmeyecek bir sistem işletmeyi başarabilen tek erk; o yüzden liberal herkesi ezerken liberali kimse ezemiyor, artıklarını kapışmak için herkes liberalin eline bakıyor. Bir padişah yerine birçok padişahcıktan oluşması ve becerikli olanlara padişahcık olma yolunun görece açık olması liberal üretkenliğin açıkça motoru iken kulluk düzeninde sıkışıp kalan dünyanın geri kalanı liberalizmin kaba bir taklidini dahi yönetmekten aciz olduğu için liberale ucuz işgücü tellallığı yapmak dışında bir ekonomi politikası yok.[12]

Asıl önemlisi cinsel sınıfsal vd mücadelelerde ne kadar kazanım varsa liberalin vahşi bir av partisiymiş gibi her çeşitten zalimlik ve kurnazlıkla engellemesine rağmen gene o liberalin kanun benim hikâyesini alaşağı edip -sadece kuvvetli beyaz erkeklerin özgürlüğüne açık ha- kısmen hukuk kavramını merkeze alarak feodalizme kısmen kapalı ve sosyalizme kısmen açık demokrasi sistemini işletebilmesi sayesindedir.

Liberal handikap

Milleti sömürebilmek için sürekli aptallaştırmak zorunda ama hırsızlığın ölçüsünü kaçırıp çok aç bırakır ve pornografinin ölçüsünü kaçırıp çok aptallaştırır ise feodal eğilim baskın kuvvete dönüşeceği için Tramp musibetiyle şöyle bir yokladığı gibi kanun benim hikâyesi tekrar merkezdeki -kısmen hukuk kavramı olarak- yasaların gücünü gasp edebilir ve ip üstünde hata yapan cambazın betona çakılması gibi daha ne olup bittiğini anlayamadan feodalizme çakılınca havasından geçilmeyen Amerikan liberalden geriye Türkiye’deki gibi acıların kavruk liberali kalır. Feodal eğilime özgürlüğünü kaybetmemek için sosyalist eğilime (hukuk kavramına) kaybetmekten başka liberale bir çıkış yok.

Merkeziyetçilik ve otorite

Küçük kürede güya birçok merkezî devlet otoritesi var, oysa evrensel çapta gerçek merkezî otorite olarak kırmızı ışık yasağı tek ve tabii ki sadece insanlığın iradesi sayesinde -hukuk kavramının metaforu olarak- kırmızı ışık yasağı tüm dünyada uygulanabilir ise merkeziyetçiliğin başarılmasıyla birlikte otorite (hukuk kavramı) kurulmuş, yani sosyalist uygarlık (dünya devleti) başarılmış ve o oranda yüksek hayat kalitesine ve asgari kozmik güce ulaşılmış olur.

‘Neden sosyalist uygarlık?’ sorunsalının cevabı vahşi yaşamdan kategorik kopuş için gereklilik olmasıdır, evrimin kritik eşiğinde ateşe hükmetmenin medeniyet için ihtiyaç olduğunu idrak etmek gibi sınır tanımayan fiziksel ve biyolojik belalara hükmedebilmek için dünya devletinin (evrensel örgütlülüğün) ihtiyaç olduğunu idrak edebilmektir.

Örneğin Dünya Sağlık Örgütü yerine Amerika imiş Çin imiş süperine hiperine bakmaksızın görev tanımı uyarınca emir verme ve müdahale etme yetkisine sahip Dünya Sağlık Bakanlığı olsa küresel çapta önlemler çok daha hızlı ve etkili uygulanmış, bütün laboratuvarların eşgüdümlü çalışmasıyla aşı çok daha hızlı geliştirilip o hızla üretilerek aşılama tamamlanmış ve çoktan normale dönülmüş olurdu ama ondan önce asıl can alacak nokta bulaşıcılığı ve öldürücülüğü %100 olan biyolojik bir belayı en az kayıpla etkisizleştirmenin tek yolu olarak daha ilk salgın belirtisi görüldüğü an o hızla karantina önlemlerini alıp kaynağında kolayca kurutabilirdi.

Yerelde ise örneğin Almanya ve Türkiye arasındaki uçurum -kısmen hukuk kavramının metaforu olarak- kırmızı ışık yasağının Almanya toplumunda iyi kötü uygulanmasıyla dar anlamda merkeziyetçilik başarılarak sosyal iradenin hükmünde iyi kötü bir otorite kurulmasına karşılık Türkiye toplumunda yasalara uymanın zayıflara yüklenmiş bir angaryaya dönüştürülmesiyle hiçbir anlamda merkeziyetçiliğe geçit vermeyerek mafyalaşmanın (kabileciliğin) pençesinde otorite boşluğuna sürüklenmesinden kaynaklıdır.

Radikalizm

Traktör fabrikası tabelası yerine uzay gemisi fabrikası tabelasını asmakla fabrikadan uzay gemisi çıkmaz. Padişahlık tabelası yerine cumhuriyet tabelasını asmakla kulluk düzenine gedikler açamadıktan sonra liberal bir devrim çıkmaz. Ya da köylü devriminin üstüne sosyalist devrim etiketini yapıştırıp kulluk düzenine sadece ideoloji giydirmekle feodalizmden sosyalizme bir sıçrama olmaz… tıpkı sosyal demokrat yazısının üstünü boyayıp komünist yazarak sadece ismini değiştirmekle komünist parti olunamayacağı gibi.

Ne kadar radikal olmamız gerektiği ne kadar dibe battığımızla ilgilidir. 200 kiloluk biri sağlıklı kilosuna kavuşabilmek için 100 kiloluk birine göre çok daha radikal önlemler alıp uzun ve zorlu bir süreçten geçmek zorundadır. Ya da kuyuya düşen biri çukura düşen birine göre o kuyudan çıkabilmek için radikal çözümler üretebilecek yetenek patlamaları yaşamak zorundadır…

Potansiyelinde dünyanın en kuvvetlisi liberal örgütlülüğü bir lokmada yutabilecek yırtıcı bir kuvvet barındıran feodalizm hastalığından (kula kulluk eğiliminden) kurtulmak Atatürk gibi Lenin gibi muazzam karakterlerin bile yaya kaldığı has radikalizmdir. Feodalizm hastalığından kurtulmak için -liberalizmin feodalizme alternatif değil de Tramp öcüsünden kurtulur kurtulmaz dünyayı kötülüklerden ve kötülerden kurtarma işlerine el atan Co Baydın feriştesinde görüldüğü gibi feodal gericiliğin tehdidi altında kalınca dış görünüşü kurtarmayacak kadar zayıfça sosyalizme ve göçmen sorununda kalıcı çözümler üstüne kafa dahi yormazken açlıktan ölümler de dahil bebek çocuk canı nedir bilmeyen AB’nin sinsi Nazi uygulamalarında görüldüğü gibi sıkıya gelince içten içe çürümeyi dışa vurup faşizmi coşturacak kadar kuvvetlice feodalizme eğilim gösteren sınıflı toplumun çözülme süreci olduğu bilinci ile- kendimizi ve herkesi radikal çözümler üretebilecek yetenek patlamalarına heveslendirip zorlamak ve eğitim öğretimin hakkı verilerek yetiştirilmiş irade sahibi nesiller siyaset işini inisiyatifine alana kadar her türden hırsızlığa karşı radikal önlemler alıp uzun ve zorlu süreçlerden geçmek zorundayız.

Çağ atlamak

Taş devri koşullarına takılıp kalmış bir kabileden bir bebek alınıp eğitim öğretiminin hakkı verilerek yetiştirilse çağ değil çağlar atlamış olur, taş devrinden günümüze ne kadar devrim varsa o bebeğin özgün hikâyesinde hepsi tek seferde gerçekleşmiş olur. İlkel ve kanlı feodal milliyetçilik patlamalarıyla çöküşü tamamlanan SSCB kulluk düzeni değil de gerçekten sosyalist eğilimde olsaydı 70 yıllık zaman diliminde dünya devrimini başarabilecek ejderhalar ordusunu çok rahat yetiştirebilirdi.

Birbirini tetikleyen ve besleyen devrimci atılımlarla geçen Aydınlanma Çağının gösterdiği gibi bugünlere uygarlık zaten bir çağdan diğerine atlayıp gelmiş ama bir de hâlâ daha Orta Asya steplerinde at koşturan koyun çobanı kafasını aşamamışken liberal ile aşık atmanın ağır bedellerini ödeyen ve daha çok ödeyecek olan Türkiye gibi feodal ve öncesindeki binlerce yıl gerilere gidecek kadar ilkel geleneklere takılıp kalan Gayya kadar çok korkulası örnekler var. Aydınlanma Çağının kanıtladığı gibi bir süreç olan çağ atlamayı (devrimi) hızlı ve sağlıklı bir biçimde nasıl yönetebileceğimiz üstüne kitlesel soyutlama fırtınası başlatıp üretken istikamette yürütemezsek evrim yarışında birinci olması nedeniyle besin zincirinin tepesine kurulan liberal örgütlülük karşısında karşı ya da taraf olduğuna bakmaksızın her halükârda nal toplayan olmak dışında neye istinaden bir üstünlük şansımız olsun ki.

Ortadoğu’nun ortaçağı

O bir yürüyen oksimoron, eğer birinci masum olmasaydı şahsını ve mezhepçiliği kökünden dinamitlemek için AKP’ye sızmış laikçi ajan diye damgalanırdı. Liberalin bundan böyle Erdoğan’a göstereceği tek nezaket Kırım Kongo kanamalı ateşi kenesini deriden sökerken gösterilen tıbbi incelik gibi olacak çünkü iş yapabilmek için gerekli olan asgari standartlara sahip değil. Liberal adam gibi el pençe divan uşak ister, ‘liberalin burnu akarsa ben zatürre olurum’ duyarlılığıyla uçarcasına işe koşan jet motorlu uşaklık ister ve bir de zaten mikrobiyotanın hışmına uğrayan kurtulamaz. Uzaylı Osmanlılar yardımına gelmiyorsa askerî vesayet gibi bütün mesaisi makam kabadayılığıyla kendinden ikrah ettirip düşman biriktirmek olan mezhepçinin çöküşü durdurulamaz,

Şimdi esas mesele laikçi. İktidarda yozlaşmak bir bela ise muhalefette yozlaşmak bin bela. Muhalefet gelecektir, yozlaşmış muhalefet kâbus gibi bir gelecek. Muhafazakârlık tarihte ilk kez seçmen iradesiyle yönetimden alınacak ve Türkiye’nin sıçrama yapabilmesi için emsalsiz bir fırsat yakalanmış olacak. Ne var ki CHP tarihsel misyonunun farkına varacak gibi görünmüyor. Fransız kültürüne özenerek dünyaya gözünü açan ama o gün bugün Fransız Devriminin sonuçlarını dahi taklit etmek için en ufak bir çabası olmayan laikçinin geçmişten sabıkalı olduğu üzere Atatürkçü pozuyla sırıtarak hırsızlık yapmaya ve Batı kültürlü pozuyla kırıtarak üstünlük taslamaya duyduğu açlık ölümcül sınırlarda ve torbacı ihtiyarların ve fırsatçı gençlerin şovundan başka muhalefetin görünürde bir eylemliliği yok. Partinin kendisinde bütün bir toplum gibi boydan boya feodal eğilim hüküm sürüyorken güçlendirilmiş parlamenter sistem önermesi -ilkokul matematiği bilen bilir ki zayıfken bir götüren güçlendirilince üç götürür beş götürür- ötesinde gerçeküstü bir formül icat edemediyse CHP bu topraklar için hayat memat meselesi olan tarihsel fırsatı laikçinin sığ ve sakil emellerine kurban edecek, bir çuval inciri berbat edecek.

Jüpiter’in Büyük Kırmızı Lekesinden eski laubalilik fırtınasıyla zengin fakir mebus kul koca ülke toptan zom olduk. Rakıyla zom olan şair gibi laubalilikle öyle bir zom olmuşuz ki sarhoşken belediyenin kazdığı çukura düşüp şairin yanlış teşhis yüzünden öylece ebediyete intikal etmesi gibi imkân dahilinde olduğu halde kuvvetle muhtemel Ortadoğu foseptiğinden çıkışa geçtiğimizi görmek nasip olmayacak.

Ortaçağda Batı içsel dışsal çoklu baskı altındaydı, kendi ortaçağında bugün 21’inci yüzyılda Türkiye de çoklu baskı altında ama ortaçağın Batısından farklı olarak aynı zamanda liberalin karadelikten bile masif öyle yoğun manipülasyonu altında ki Batılılaşma ile başlayan birkaç yüzyıllık eziklik tufanı Ağrı Dağını aştı, seksen küsur milyonluk koca ülke operasyon yönetebilecek küçük bir ekip dahi çıkaramayan bir çöl. Yeni bir CIA operasyonu bir Güney Kore yaratmasa da 2000’lerdeki gibi birkaç yapısal önlemle muhasebeyi bir nebze düzgün tutarak Türkiye’nin batmasını durdurabilir. Ya da diğer şans köpek eğitir gibi gâh canını yakarak gâh şeker vererek İspanya’yı faşizm genelevinden çekip çıkaran AB sindirip kullanmak yerine bir parça toparlamak için bir elinde havuç bir elinde sopa Türkiye’yi ele alabilir. Tabii bunlar kendini kâinat sandığı için her şeyi benlik davasına indirgeyen lümpenlere seçenek olabilir.

Kelebek etkisi

Borandan Güneş rüzgârına volkan patlamasından süper novaya yersel ya da göksel, salgından tedaviye depremden inşaata doğal ya da sosyal bütün fenomenlerde rahatça gözlenebileceği üzere kümülatif olsun olmasın her iş kelebeğin kanat çırpmasından küçük kuvvetlerin birikmesiyle gerçekleşebilir ve süreç diye kavramlaşır. Orijinal metaforunda vurgulandığı gibi örneğin enerji havada birikir ve birikim o hâle gelir ki fırtınaya dönüşmesi için kelebeğin kanat çırpmasından bile küçük son bir enerji yüklenmesine kalır iş.

‘Her an fırtına patlayabilir’ diyemeyiz çünkü hava olaylarındaki birikimin izlenmesinde ilgili bilimler birkaç günlük öngörü yapabilecek bir manipülasyon için teknoloji geliştirmeyi başardı ama ‘her an deprem olabilir’ diyoruz çünkü ilgili bilimler yer hareketlerindeki kuvvet birikiminin izlenmesinde henüz kayda değer bir manipülasyon için bir teknoloji geliştiremedi.

Yüz yıl öncesine kadar biriken veriler yüz yıl öncesinden günümüze kadar biriken verilere oranla devede kulak bile olmadığı halde birbirinden kıymetli yaşamsal verileri magazinden bin kat küçültücü ve köreltici bilim pornografisinin suistimaline terk edip onca yenilgiden bir iki bir ders çıkarmaya çalışmaksızın yüz yıl öncesindeki küflü verilerle liberalin gülüp geçtiği taklit makaleler üretmenin ötesinde işçi sınıfının işi uyanmasını bekleyen yanlış yorumlanmış pasif strateji yüzünden devrim yolunda iz sürmenin mutlak koşulu kitlesel soyutlama fırtınası işletemediği ve ona bağlı olarak enternasyonal örgütlülük ilkesinin tam tersi sekter bir tahammülsüzlükle yerelde bile bin parçaya bölündüğü için üzerine ölü toprağı serilmiş gibi özgüvenini ve iradesini kaybeden devrimci eğilimin nasıl ve ne kadar biriktiğini depremi bilemediğimiz gibi bilemesek de katkı yapmaya çalışmak dışında bir umut olamaz.

Zamanda ve mekânda sınır tanımayan kitlesel soyutlama fırtınası başlatabilmek için devletçi yobazlığa tutulmuş ya da aktivizm işleriyle sağda solda kendini avutmaya çalışan veya başka bir istihdam seçeneği olmadığı için boyun eğmiş görünen devrimci eğilimi şahlandıracak belki kuarktan bile küçük o son devrimci enerji yüklemesinin hangimizden geleceği asla bilinemez.

Yabancılaşma

Deprem fırtına salgın vb felaketlerde değil sadece, kozmostan sürekli çıkan ses hep aynı nakarat: bana hükmedin… Hükmetmek bilmeyi, bilmek evrimi gerektirir ve evrimin motoru kesinlikle seleksiyon olamaz, illa bir devrimci enerjiye gerek duyar. Darvinci evrim teorisini aşabilen için evrim kozmosundur, bizler unsuruz. Bütünsel bir organizasyon olarak evrim her şeyi ve hepimizi kapsayan kozmik bilgi işlemdir.

Bir zamanlar bizim de kozmik bir potansiyel olmamız gibi kozmosun potansiyelinde akla hayale gelmedik sınırsız güç ve teknoloji çekip çıkarmamız için bizi bekliyorken 150 milyon yıllık sözde hükümranlığı kozmik ölçekte kıytırık bir göktaşıyla son bulan dinozor türü gibi biyolojik ya da fiziksel bir belaya çatıp zaten hiç olmamışız gibi kozmostan silinip gittikten sonra trilyonlarca trilyonlarla hüküm sürmek bir anlam ifade etmez.

Travmalar ve ihtiraslardan kaynaklı gerçekdışı beklentilerle bozgunlara neden olan hayalperestliğe kafa tutabilmek için piyango satın almaktan vazgeçmek gibi devrimci mücadele önce ümitsiz vaka olduğunu kavramakla başlayabilir. Ölüm olduğu için yaşam ümitsiz vaka, pattadak olmadığı için evrim ümitsiz vaka, kapsanamaz kavranamaz olduğu için kozmos ümitsiz vaka… Yaşama pamuk ipliğiyle bağlanmaktan öte bir evrim motivasyonu içermeyen seleksiyon eğilimini aşamadığı için Türkiye dinozor türü kadar ümitsiz vaka… Ama mevcuduz.

Ve seçeneksiz: ilgili deneylerin kanıtladığı gibi sırf çoğunluğa uyum sağlama dürtüsüyle göz göre göre yanlışa doğru dedirten seleksiyonun boyunduruğunu kırıp irademizi sahaya sürerek bizler bugün de milyar yıl sonra da Ortadoğu foseptiğine sıkışsak da galaksiler kümesine hükmetsek de kozmosun kendiliğinden kaderini aşabilmek için kendimizi ve herkesi salt devrimci mücadeleye alıştırarak ancak evrimimizi sürdürebiliriz. Devrimci mücadele verirken de bir felaket defterimizi dürebilir -öyle ümitsiz vaka- ama seleksiyon kapsamındaki diğer her yönelim yok edici felaket gelene kadar dinozor türü gibi boşa zaman harcamak anlamında hayat bilgisinden sapma olacağı için yabancılaşmadır.

‘Neden kozmik uygarlık?’ sorunsalının cevabı hayat bilgisinden sapma anlamında yabancılaşmaya karşı sayısız bilinçli iradeye gereksinim duyan sonsuz ekonominin (bilgi endüstrisinin) ihtiyaç olduğunu idrak edebilmektir.

Mutlak hırsızlık

Öldürmenin ötesinde bir hırsızlık olamaz ama birinin canını alabilmek ya da herhangi bir şeyini çalabilmek için önce cebren ve veya hile ile kısmen ya da tümden öz yetkisini ele geçirmek gerekir. Hırsızlık işlerinin toplumculuk (kamuculuk) adı altındaki ideolojik kutsamalarla yürütüldüğü devletçilikte yönetme yetkisi doğrudan doğruya gasp edildiği için yönetme yetkisini alengirli oyunlarla elinde tutmaya çalışan liberalizme nazaran hırsızlık mutlaktır. Ondandır ki gelişmiş ülkelerdeki sosyal yapının işleyişinde kısmen sosyalist eğilimin belirleyici olması nedeniyle içine atmak zorunda kaldığı vahşiliğini, kulluk düzeninde hiçbir savunma mekanizmasını hiçbir yönde geliştiremediği için sudan çıkmış balığa dönen devletçi toplumlara boşaltarak kapitalist eğilim kendini tatmin etmeye çalışıyor.

Liberal ne kadar dominant olsa da sosyal yapı düzenlenirken sosyalist eğilimin görece etkin olması sayesinde Batının Nordik ülkeler gibi usturuplu örneklerine karşın devrim kavramının içini boşaltmaktan başka bir sonuç üretemeyen Doğu Blokunun eski kulluk düzeninde millet iki lokma karnını doyurabiliyordu diye kimi kuvvetli akılların hâlâ devletçiliğe övgü düzmeye çalışması feodal eğilimin kök söktüren bir hastalık olduğunu gösterir.

Kendini akıl küpü sanan Gorbaçov’un meseleyi liberal dünya ile ilişkilere indirgemesi ve liberal dünyaya yönelmesi tam da kendi toplumunu aşağı gören (muhatap almaya layık görmeyen) feodal (devletçi) kafaya yaraşır SSCB’nin (ümidin) işini tek vuruşla bitiren bir zalimlikti. Oysa liberal dünyayı en ufak bir muhatap almaksızın ve en ufak bir zayıflık belirtisi göstermeksizin tepede kararlar alıp uygulamayı dayatmak yerine kurallarını ve kurumlarını hazırlayıp liberalin provokasyonlarına karşı istihbarat ve güvenlik güçlerinin seferberliğiyle siyaseten sindirmek yerine bu sefer siyasette güvenliği sağlayarak ve özendirerek Doğu Bloku kapsamındaki -yöneticiler ve komutanlar haricinde kalanlar işçi sınıfı olduğuna göre- karar alma ve uygulama sürecine herkesi dahil etmeyi deneseydi liberalin canına minnet yıkıcı gösterilerin nedenini ortadan kaldırarak patlamaya hazır kitlesel enerjiyi üretken istikamete yönlendirip sorunların çözümü için beyinsel enerji seferberliğini böylece başlatmış ve böylece proleter bireylerin öz yetkisini bir parça tanıyarak Paris Komünü ruhunu canlandırmış, hımbıllık yüzünden tıkanmış kan damarlarını tıbbi müdahaleyle açmak gibi siyasal süreci doğrudan yönetim bilgisine açık bir sisteme dönüştürerek -işçi sınıfının yönetime doğrudan katılması anlamında- proletarya diktatörlüğüne fırsat vermiş olacaktı. SSCB gene de yıkılabilirdi ama liberal kurnazlığın karşısında pisi pisine güme gideceğine Paris Komünü gibi ama top tüfek yerine bu sefer teoride ve uygulamada üretken yaratıcılık kuvvetiyle çarpışarak yenilecek ve bize umutsuzluk yerine Paris Komünü deneyiminin çok ötelerinde devrimci bir deneyim, sayısız dersler çıkarabileceğimiz bir devrim üniversitesi miras bırakmış olacaktı.

Başta liderlik olmak üzere her türden üretkenliğin başka bir kaynağı olamayacağına göre toplumu sadece iktidar aracı görmek ölümcül bir yanılsama olarak salt yabancılaşmadır.

Cennet sendromu

Çölün ortasında bazen bir avuç su, kıtlıkta bazen bir lokma ekmek… gâh para gâh şöhret gâh makam rütbe ya da gâh mevzusu en çok yapılan aşk… ama olsun da soğanın başı olmak olsun illa da padişahlık… konum ve duruma göre çeşitli kisvelere bürünmekle birlikte sanırız ki iktidara ulaşınca mutsuz olmanın mümkün olmadığı cennetimize kavuşacağız. Titanlar katına yükseliyormuş gibi en büyük ödüle kavuşma şehvetiyle iktidara yürüyen seçkin karakterler keyfi gücün bozucu etkisi yüzünden dehasının çoğunu insanlığa aktaramadan göçüp gitti, öbür dünya varsa hepsi hiç durmadan ağlıyordur.

İktidar olmak ve iktidarda kalmak sahte cennetlerin en yıkıcısıdır, vahşi yaşamı boydan boya kaplayan amansız gaspçılıktır. Uygar yaşamda görev vardır ve görev külfettir, bir ödülü varsa o da başarmaktır. Görev üstlenmek başarısız olmaktan ölesiye korku duymayanların harcı olamaz.

Liberalizmde herkes personel olduğu için göreve atanmak ya da göreve seçilmek dışında kimsenin iktidar olamaması liberalizmin görece üstünlüğüdür. Liberalizme özgü görev tanımı ise milleti oyalarken tabii ki liberale hizmet etmektir. Örneğin Obama sadece ye

Sanayi devrimleri ve Endüstri 4.0

img ]

Sanayi, kelime kökeni Arapça dilinden gelmekte olup, emek ve sermayeyi kullanarak hammaddeleri ve yarı mamul maddeleri işleyip, mamul madde haline dönüştüren tüm üretim faaliyetleri olarak tanımlanmaktadır.

Sanayi terimi 18. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkmış, 1774’de İngiliz James Watt’ın buhar makinasını sanayide kullanmasıyla başlamıştır. Kömür ve buhar kuvvetine dayanan makinalaşma, işbölümünde ihtisaslaşmaya yol açmış ve böylece büyük sanayi devrimi dünya ekonomisinde yerini almıştır.

İngiltere’de 1760-1850 yılları arasında yaşanan Sanayi Devrimi, diğer Avrupa ülkeleri ve ABD’de gecikmeyle gerçekleşti.

Devrimi başlatan en önemli etkenler; 1-Tekstil, 2-Buhar makinesi, 3-Demir üretimidir.

Sanayi Devrimi öncesinde Avrupa’da halkın yüzde 90’ı köylerde yaşardı. Avrupa’da milli gelir çok düşüktü ve halk yoksuldu. Sadece büyük toprak sahibi asiller zengindi. İngiltere’de mucit J.Kay, 1733’te “uçan mekik” adlı buluşuyla kumaş dokuma hızını artırdı. İngiliz mucit J. Hargreaves 1764’te, aynı anda 8 makarada iplik büken (eğiren) çıkrığı keşfetti. Daha sonra bir çıkrıkla 120 makarada iplik bükme olanağı doğdu. İlk tekstil fabrikalarında mekik ve çıkrık akarsu gücüyle çalışırdı.

James Watt’ın dairesel hareket yapan düzeneği bulması ile buharla çalışan ilk tekstil fabrikaları İngiltere’de kuruldu. İngiltere, ucuz ve kaliteli tekstilleri tüm dünyaya ihraç etmeye başladı. Kömür ocaklarında buhar makinesi kullanılınca verim arttı. Demir madeninden metal elde etmek için odun kömürü yerine kok kömürü kullanma tekniği İngiltere’de keşfedildi. Buharlı gemiler İngiliz mallarını deniz aşırı ülkelere hızla ulaştırdı. Buharlı trenler ham madde ve sanayi ürünlerinin limanlara taşınmasını hızlandırdı. Tüm bu gelişmeler İngiltere’de Sanayi Devrimi’ni başlattı. Sanayi Devrimi, Avrupa ve ABD’de yeni sermaye sahipleri yarattı ve bu ülkelerde milli gelir arttı.

Sanayi Devrimi ve Tarihsel Süreç: Devrim bir toplumun yaşamında önemli işlevi olan kurumların hızlı ve geniş kapsamlı bir biçimde kökten değiştirilmesi ya da yenileştirilmesi, yeniden biçimlendirilmesi ya da belli bir alanda birden bire gerçekleşen kökten değişiklik olarak tanımlanmaktadır. Devrimler sosyal ve kültürel alanlardan üretime dönük ekonomik alanlara kadar her alanda ortaya çıkabilmektedir.

Sanayi Devrimi ya da Endüstri Devrimi, Avrupa’da 18 ve 19. yüzyıllarda yeni buluşların üretime uygulanması ve buhar gücüyle çalışan makinelerin, makineleşmiş endüstriyi doğurması, bu gelişmelerin de Avrupa’daki sermaye birikimini arttırmasına denir.

Rönesans ve Reform hareketlerinin yol açtığı özgür düşünce, bilim ve teknik alanda gelişmelere ortam hazırladı. Coğrafi keşiflerin başlattığı sömürgecilik hareketleri ile Avrupa zenginleşti.

Teknik gelişmelerin üretim alanına uygulanmasıyla da endüstri devrimi doğdu.

Sanayi Devrimi’ni 16 ve 17. yüzyıldaki dinsel, siyasal, bilimsel ve felsefi düşünceler hazırlamıştır. Protestan Reformu “bugün çok çalışıp, yarını düşünmeyi” önemli bir değer olarak yerleştirmiştir.

  1. yüzyılda Aydınlanma Çağı filozofları bilimsel yöntemi ve rasyonel düşünme ilkelerini geliştirmişlerdir. Fransız Devrimi Napolyon aracılığıyla bu düşünceleri Avrupa’ya yaymıştır. 17. yüzyılın bilimsel buluşları, Sanayi Devrimi’nin teknolojik gelişmelerine kaynak oluşturmuştur.

Düşünsel nedenlerin yanında, Sanayi Devrimi’ni doğuran diğer nedenler şunlardır; Hızlı nüfus artışı, 16. yüzyıldan başlayarak Avrupa’nın nüfusu hızla arttı. Tarımdaki gelişmeler bu sektördeki nüfus ihtiyacını azaltarak bu nüfusun kentlere göç etmesine neden oldu. Böylece kent sanayisine hazır işgücü oluştu. Yaşam düzeyinin yükselmesi, eskiden lüks sayılan şeker, kahve, çay gibi mallar artık orta sınıf ve alt sınıflar için doğal bir gereksinme olmaya başlıyordu. Bu da dolaylı olarak tüketim malı talebini arttırdı. Geniş çaplı yağmalar, Sanayi Devrimi’nin en önemli finans kaynağı olmuştur. Gerek İspanyollar tarafından yağmalanan Orta Amerika altınları gerekse de İspanyol gemilerini vuran, yağmacıları yağmalayan İngiliz gemileri, Avrupa’ya tonlarca altın taşımıştır. Bütün bunlar 16. ve 17. yüzyıllarda, Sanayi Devrimi’ne götüren süreçleri desteklemiştir.

Hindistan’da 23 Haziran 1753 tarihinde, Fransız birliklerini savaş alanında yenen İngilizler (Plessey Savaşı), Babür imparatorlarının devasa hazinesine el koymuşlardı. Bu hazinenin İngiltere’ye taşınmasıyla bu ülke ekonomisinde ortaya çıkan para ve finans olanaklarının, dokuma ve buhar makineleriyle ilgili tüm teknik buluşların 1758-1791 tarihleri arasında gerçekleşmesini açıklamada birincil argüman olduğu söylenebilir. Sömürgecilik. Avrupa ülkeleri yeni koloniler oluşturarak buradan getirdikleri malları sanayide kullanmaya başladılar, işlediler ve tekrar sömürgelere sattılar.

Küçük burjuvazinin gelişmesi ve orta sınıfın zenginleşmeye başlaması bir itici kuvvet oldu. Kapitalizm. Orta sınıfın zenginleşmesi sürecine paralel olarak kapital birikimi oluşmaya başladı.

Böylece yeni yatırım alanları aranmaya başlandı. Taşıma ve teknolojide meydana gelen gelişmeler, Protestan reformu; “Bugün çok çalışıp yarını düşünmek” öğretisinin önemli bir değer olarak yerleşmesi, 17. yy Aydınlanma Dönemi’nde, aklın başta konumu ve bilimsel bilginin akıl yoluyla inşa edilme süreci. Bilimsel yöntem ve rasyonel düşünme ilkelerinin bilimleri ortaya çıkarması ve teknolojik gelişmeleri etkilemesi, Fransız Devrimi aracılığıyla sanayi toplumuna uygun siyasal bir yapılanmanın temellerinin atılması.

E ndüstri 4.0 (4. Sanayi Devrimi): İlk kez 2011 yılında gerçekleştirilen Hannover Fuarı’nda adı duyulan “Endüstri 4.0”, Alman Federal Hükümeti’nin sağladığı desteklerle günümüz sanayisinde yerini aldı. İleri gelen teknoloji devleri ABD ve Japonya gibi ülkeler bu endüstriyi desteklediler ve gelecek hedeflerini Endüstri 4.0’a uygun bir şekilde planladılar.

Endüstri 4.0 ya da 4.Sanayi Devrimi, birçok çağdaş otomasyon sistemini, veri alışverişlerini ve üretim teknolojilerini içeren kolektif bir terimdir. Bu devrim nesnelerin İnternet’i, İnternet’in hizmetleri ve siber-fiziksel sistemlerden oluşan bir değerler bütünüdür. Aynı zamanda bu yapı akıllı fabrika sisteminin oluşmasında büyük rol oynar. Bu devrim, üretim ortamında her bir verinin toplanmasına ve iyi bir şekilde izlenip analiz edilmesine olanak sağlayacağı için daha verimli iş modelleri ortaya çıkacaktır.

İlk Sanayi Devrimi (1.0) su ve buhar gücünü kullanarak mekanik üretim sistemleri ile ortaya çıktı.

İkinci Sanayi Devrimi (2.0) ile elektrik gücünün yardımıyla seri üretim tanıtılmıştı.

Üçüncü Sanayi Devrimi’nde (3.0) ise dijital devrim, elektroniklerin kullanımı ve BT’nin (bilgi teknolojileri) gelişmesiyle üretim daha da otomatik hâle gelmiştir.

Endüstri 4.0, teknolojilerin ve değer zinciri organizasyonları kavramlarının kolektif bir bütünüdür. Siber-fiziksel sistemlerin kavramına, nesnelerin, İnternet’ine ve hizmetlerin İnternet’ine dayalıdır. Bu yapı akıllı fabrikalar vizyonunun oluşmasına büyük katkı sağlar.

Endüstri 4.0 genel olarak aşağıdaki 3 yapıdan oluşmaktadır. Endüstri 4.0 ile modüler yapılı akıllı fabrikalar kapsamında, fiziksel işlemleri siber-fiziksel sistemlerle izlemek, fiziksel dünyanın sanal bir kopyasını oluşturmak ve merkezî olmayan kararların verilmesi hedeflenmektedir.

Endüstri 4.0 genel hatlarıyla; robotların üretimi tamamen devralması, yapay zekanın gelişimi, üç boyutlu yazıcılarla üretimin fabrikalardan evlere inmesi, devasa miktarda ki bilgi yığınını veri analizleriyle ayıklanıp değerlendirilmesi ve daha birçok yeniliklerle incelenebilir.

Endüstri 4.0, tamamen teknoloji odaklı olup, işletme içerisindeki tüm fiziksel sistemlerin otomatikleştirilmesi ve uzaktan takip edilebilir hale getirilmesidir. Bir başka deyişle de, akıllı fabrikaların devreye girmesi anlamına gelmektedir.

Üretim sistemi içerisinde endüstriyel robotların görev alması ve bu robotların kusursuz çalışarak çevre ile etkili bir iletişimlerinin olması. Bunun neticesinde bu devrim ile birlikte kullanılacak üç boyutlu yazıcılar, yapay zeka ve makine öğrenmesi, büyük veri yönetimi, bulut bilişim sistemleri ve nesnelerin interneti gibi teknolojiler.

İşletmelerde tam otomasyon anlamına gelen bu sanayi devriminin getireceği en büyük faydalar; yüksek verimlilik, üretimde esnekliğin artması, maliyetin azaltılması, sistemin izlenebilir olması ve arıza tespitinin kolaylıkla yapılabilmesidir.

Dördüncü sanayi devriminin, 10-20 yıl içinde entegrasyonunu tamamlayarak firmalar tarafından uygulanabilir hale gelmesi beklenmektedir.

Ülkemizde endüstri 4.0 konusunda toplantılar, kongreler ve seminerler yapılıyor olmasına rağmen altyapıların oluşturulması ve hayata geçilmesi konusunda herhangi bir ciddi adım gözükmemektedir. Unutulmamalıdır ki; bu devrime en hızlı bir şekilde uyum sağlayan ve üretim süreçlerini adapte eden ülkeler, ekonomik anlamda büyük avantaj sağlayacaktır.

Endüstri 4.0’a geçişten sonra, birçok fabrika tamamen insansız olarak çalışacak, bütün fiziki işleri akıllı makineler ve robotlar yapacak, hatta üretim sonrasında bile sürücüsüz kamyonlara yükleyip gidecekleri yerlere sevk edecekler.

Peki bunların neticesinde işsizlik mi ortaya çıkacak?

Bunca insanın yaptığı işleri robotlar yaptığında bu çalışalar ne olacak?

Fiziki güç gerektiren işleri akıllı makinelerin yapması sonucunda sanayi devrimi ile birlikte yeni meslekler, yeni iş alanları doğacaktır. Örnek verecek olursak; fiziki işleri yapacak olan bu robotların artması, bu robotları kullanan koordinatörlerin de artması demektir. Bu robot koordinatörlerinin, robotların düzenli ve düzensiz bakımlarını yapabilecek, yeni robot ihtiyaçlarını belirleyerek, servis dışı kalan robotlar yerine yedeğini devreye sokabilecek ve robotlara yeni yetenekler kazandırabilecek.

Robotların üretimi devralmasıyla insan gücüne duyulan ihtiyaç azalacak ve robotlar bir anlamda insanları işlerinden kovacaktır. Bu durum sadece fabrikalardaki mavi yakalılar için değil beyaz yakalılar içinde bir risktir, çünkü yapay zeka ile robotları kodlayabilen robotlar ve tasarım yapabilen robotlar, üretimi devralacaktır.

Endüstri 4.0 devrimiyle birlikte, şüphesiz en fazla ihtiyaç duyulacak meslek grubu Mühendislik olacaktır.

Günümüzde popülerliğini koruyan Endüstri Mühendisliği, Bilgisayar Mühendisliği, Elektronik Mühendisliği, Mekatronik Mühendisliği gibi mühendislik dallarına ilerleyen yıllarda da ihtiyaç duyulacağı gibi bu mühendislik dallarına ilave olarak Endüstri 4.0’ın getirdikleri süreçlere dayalı farklı Mühendislik dalları kaçınılmaz olacaktır.

Bunlar; 3-D Yazıcı Mühendisliği, Şebeke Geliştirme Mühendisliği, Endüstriyel Bilgisayar Mühendisliği, Yazılım Mühendisliği.

Endüstri 4.0’ın en büyük amacı, birbirleriyle haberleşen, sensörlerle ortamı algılayabilen ve veri analizi yaparak ihtiyaçları fark edebilen robotların üretimi devralıp; daha kaliteli, daha ucuz, daha hızlı ve daha az israf yapan bir üretim yapmaktır.

  1. Sanayi Devrimi daha çok fabrikaları etkileyecek gibi görünse de aslında gelecekteki sosyal hayatımızı bile etkileyebilecek bir yeniliktir. Üç boyutlu yazıcıları sadece sanayide değil, evlerimizde dahi kullanabilecek konuma geleceğiz. Kendi ihtiyaçlarımızı başkaları tarafından yapılan ürünlerle karşılamak yerine, kendi hayal gücümüzü kullanarak istediğimiz ürünü evimizde üretebilecek ve evimizi minik bir fabrikaya dönüştürebileceğiz.

Günümüzde yaygın olan marka bağımlılığı gelecekte yerini fayda bağımlılığına bırakacaktır. Gelecekte hangi marka kıyafeti giydiğimiz değil yerine hangi faydalı kıyafeti giydiğimiz önem kazanacaktır ve bu faydalı kıyafetleri kendimiz evimizde üretebilir konuma geleceğiz.

Endüstri 4.0’ın gelişmesiyle artan üretim hızı ve ürünün kalitesi rekabet için yeterli olmayacak ve en çok üreten değil müşterinin isteğini en çok karşılayan galip gelecektir. Apple’ın dünyanın en büyük şirketi olması ve eski dünya devi Nokia’yı piyasadan silmesi bu duruma en güzel örnektir.

Müşterinin isteğini en güzel belirleme yolu ise veri analizidir. İnternetin hayatımıza girmesiyle oluşan devasa bilgi yığınını analiz edip en iyi şekilde yorumlayan gelecekte galip gelecek olanlardır.

Endüstri 4.0 aynı zamanda Google ve Facebook gibi şirketlerinde üretime girmesini sağlayacak ve endüstride zorlu bir rekabetin başlamasına neden olacaktır.

4.Sanayi Devrimi aynı zamanda ülkeler arasındaki rekabeti arttıracak ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi hem insan gücü bakımından hem de sahip olduğu akıllı fabrikalarla gelecekte tahtı devralacaktır. Artan üretim hızının yanında Çin, üretim kalitesini da arttırarak, günümüzde herkesin kalitesiz olarak gördüğü ürünleri, gelecekte en kaliteli ürünlerin başını çekecektir.

Türkiye, dünyanın önde gelen üretim merkezlerinden biridir ve üretim kapasitesi Türkiye endüstrisini cazip kılsa bile gelecekte robotların üretimi devralmasıyla insan gücüne olan ihtiyaç azalacak ve yabancı şirketlerin yatırımlarını kendi ülkelerine yapmalarını sağlayacaktır. Bu nedenle ülkemizin üretim merkezi yerine, inovasyon merkezi olarak gelişen global pazarda kendine yer bulması gerekmektedir.

Bu nedenle Türkiye’nin önünde zorlu bir süreç mevcuttur.

  1. ve 3. Sanayi Devrimi arasında bir evrede bulunan ülkemizin, 10 ila 15 yıl içerisinde tamamen Endüstri 4.0 girileceği düşünüldüğünde gelişen teknolojiyi yakalayıp rekabet edebilecek konuma gelmelidir.

Nesnelerin İnternet’i ile siber-fiziksel sistemler birbirleriyle ve insanlarla gerçek zamanlı olarak iletişime geçip iş birliği içinde çalışabilecektir. Hizmetlerin İnternet’i ile hem iç hem de çapraz örgütsel hizmetler sunulacak ve değer zincirinin kullanıcıları tarafından değerlendirilecektir.

Siber-fiziksel sistemlerin yeteneği ile (örneğin; işparçası taşıyıcıları, montaj istasyonları ve ürünleri) nesnelerin İnternet’i ve hizmetlerin İnternet’i üzerinden insanların ve akıllı fabrikaların birbirleriyle iletişim kurmasını içerir.

Sanallaştırma; bu yapı akıllı fabrikaların sanal bir kopyasıdır. Sistem, sensör verilerinin sanal tesis ve simülasyon modelleri ile bağlanmasıyla oluşur.

Özerk yönetim; siber-fiziksel sistemlerin akıllı fabrikalar içinde kendi kararlarını kendi verme yeteneğidir.

Gerçek-zamanlı yeteneği; verileri toplama ve analiz etme yeteneğidir. Bu yapı anlayışın hızlıca yapılmasını sağlar.

Hizmet oryantasyonu: Hizmetlerin İnternet’i üzerinden siber-fiziksel sistemler, insanlar ve akıllı fabrika servisleri sunulmaktadır. Modülerlik: Bireysel modüllerin değişen gereklilikleri için akıllı fabrikalara esnek adaptasyon sistemi sağlar.

Endüstri 4.0 sistemindeki üretim, makinelerin hizmet sundukları ve ürünlerle gerçek zamanlı olarak bilgi paylaştıkları bir sisteme benzetilmektedir. Alman Yapay Zekâ Araştırma Merkezi (DFKI), içinde Siemens’in de bulunduğu 20 endüstriyel ve araştırma ortağının katkısıyla kurulan Almanya, Kaiserslautern’deki küçük bir akıllı fabrikada bu gibi bir sistemin uygulamada nasıl çalışacağını sergilemektedir. Ürünler ile imalat makinelerinin birbirleriyle nasıl haberleşebileceklerini göstermek için sabun şişelerinden faydalanmaktadır. Boş sabun şişelerinin üzerinde radyo frekansıyla tanımlama (RFID) etiketleri vardır ve bu etiketler aracılığı ile makinelerin şişelerin rengini tanıması sağlanmaktadır. Bu sistem sayesinde bir ürünün radyo sinyalleriyle ilettiği bilgiler, üretimin başında itibaren dijital ortamda saklanmasına olanak sağlanmaktadır. Bu şekilde bir siber-fiziksel sistem olarak ortaya çıkmaktadır.

Endüstri 4.0’ın Avantajları:

Yeni hizmet ve iş modellerinin geliştirilmesi

Sistemin izlenmesinin ve arıza teşhisinin kolaylaştırılması

Sistemlerin ve bileşenlerinin öz farkındalık kazanması

Sistemin çevre dostu ve kaynak tasarrufu davranışlarıyla sürdürülebilir olması

Daha yüksek verimliliğin sağlanması

Üretimde esnekliğin arttırılması

Maliyetin azaltılması

Karanlık Fabrikalar ile İnsansız Üretim: Günümüzde karanlık (Lights out) fabrikalar olarak bilinen kavram aktif olarak üretim gerçekleştiren fabrikalarda kullanılan bir otomasyon metodudur. Kelime anlamı olarak ilk başta ürpertici gelen bu kavram aslında 21. yüzyılı etkileyecek en büyük üretim devrimlerinden biri sayılabilir. Karanlık fabrikaların öne çıkan en önemli özelliği, üretim gerçekleştirilirken insan gücüne ihtiyaç duyulmaması ve tamamen insansız üretimin sağlanmasıdır.

Karanlık fabrikalar, bir başka deyişle ışıkların söndürüldüğü fabrikalar, tamamen otomatik sistemlerle donatılmış ve bünyesinde hiçbir insanın varlığına ihtiyaç duymayan yapılardır.

Günümüz fabrikalarının birçoğu karanlık fabrika özelliğini barındırmakta fakat bu yerlerde parçaları kaldırmak, kurmak gibi tipik insan gücü gerektiren yerlerde işçilerin çalışması mevcut yapıları gereği bir zorunluluktur. Günümüz tüketim sektörünün aktivitesi ve arz talep arasındaki farkın açılmasını önlemek amacıyla birçok fabrika kendi kapasitelerindeki teknolojinin sağladığı imkânlar dâhilinde artan talebin karşılanabilmesi ve fabrikanın kendi finansal gücünü artırabilmek için vardiyalar arasında karanlık üretim yapmaya başladı. Karanlık fabrikalarda ham maddenin fabrikaya girişinden ürünün fabrikadan çıkışına kadar olan sürede yok denecek kadar az insan müdahalesine ihtiyaç duyulur veya hiç duyulmaz. Karanlık fabrikalar olarak adlandırılan üretim sistemi üreticilerin daha yeni yeni uygulamaya başladıkları etkileyici bir süreç olarak karşımıza çıkıyor.

Karanlık fabrikalar kavramı isim olarak tekniğin ne olduğu konusunda ipuçları vermekte. Günümüzde üretim gerçekleştiren normal bir fabrika düşünün, bu fabrikada çalışan insanlar gün boyunca nerelerde çalışıyor diye sorduğumuzda cevap olarak aydınlatmaların kullanıldığı ve sürekli olarak üretimin gerçekleştiği yerlerde çalıştıklarını söyleyebiliriz.

Karanlık (lights-out) üretim olarak da adlandırılan bu sistem kullanıcısına sabit bir üretim çıktısı sunar ve bunu hiçbir insan gücünün yardımı olmadan gerçekleştirir. Karanlık fabrikalarda aktif olarak çalışan hiçbir insan yer almamaktadır. Bu fabrikalarda üretim tamamen robotik sistemlerle gerçekleştirilir. Bu sayede bu fabrikalarda üretim ışıklar kapalıyken de gerçekleştirilebiliyor. Karanlık fabrikalarda gerçekleştirilen üretim sistemi imalatta devamlılığı sağlayan bir otomasyon formudur eğer karanlık üretime insanlar dâhil olsaydı otomasyon sistemiyle gerçekleştirilen bu iş içinden çıkılması güç bir hâl alabilirdi.

Örneğin; yapılması gereken bir işlev sırasında yüksek sıcaklık, yüksek kilolarda ağırlık ya da zehirli gazlar veya diğer tüm tehlikeli çalışma koşulları yer aldığında bu işlevleri gerçekleştirmek için insanlar yerine robotlar kullanılarak iş güvenliğinde de sorunsuz bir şekilde işleyiş sağlanmış olmaktadır.

ÖZETLE; Sanayi devrimi öncesinde diğer gelişmeler, sanayi devrimi öncesinde dünyada önemli bir gelişme dönemi de 1400’lü yıllarda gerçekleşti. Bazen “Ticaret Devrimi” diye adlandırılan bu dönem yaklaşık 350 yıl sürdü. Avrupalılar, doğuda sömürgeler edinerek yeni doğal kaynakları dünya piyasasına sürdü. Avrupa’da, yönetimler tüccar haklarını korudu ve devlet destekli büyük şirketler kuruldu. Ticaret hacmi büyüdükçe büyük kapital gerekti. Takasla alışveriş, büyük tüccarlar için uygun değildi. Amerika kıtasındaki altın ve gümüşü Avrupa’ya getiren İspanyollar, ihtiyaç duyulan parayı piyasaya sürdü. Bankacılık ve kredi sistemi gelişince, 1600’lerin sonunda Avrupa’da kapital birikimi oldu. Sanayi Devrimi’ni başlatacak maddi koşullar artık hazırdı.

İkinci Sanayi Devrimi (II. Sanayi Devrimi), bazen “Teknoloji Devrimi” olarak adlandırılır ve 1860-1914 arasını kapsar. Başlangıcı, İngiliz mucit H. Bessemer’in icat ettiği ucuz çelik üretim yönteminin yaygınlaştığı 1860’a uzanır. Bessemer yöntemiyle, eritilmiş pik demir, alttan verilen havanın oksijeni ile çeliğe dönüşür. Teknoloji Devrimi çelik, tren rayları, petrol, elektrik ve kimyasal teknikler sayesinde oluştu. Kısa sürede Avrupa, ABD ve Japonya’ya yayıldı. I. Sanayi Devrimi sırasındaki makineler basit mekanik aletlerdi. Makineler dişli, piston, kayış ve kasnakla çalışırdı. Teknoloji Devrimi sırasında ise, bilim adamlarının fizik ve kimya alanında yaptığı büyük buluşlar teknolojiye aktarıldı. Teknoloji Devrimi ile gelişen ABD ve Almanya, dünya lideri oldu.

Fabrika ve kentlerin elektrik kullanması, 1882’de Edison ile başladı. Elektrikli makineler, ABD ve Almanya’da üretilip ihraç ediliyordu. Westinghouse ve General Electric gibi şirketler, diğer ülkelerin kentlerini aydınlattı. Çelik, petrol ve kimya endüstrisi ABD’de hızla gelişti. Uluslararası dev şirketleri yönetmek amacıyla yeni bilimsel yöntemler geliştirildi. Telefonun Graham Bell tarafından keşfi, dev şirketlerin alt yöneticilerle haberleşmesini sağladı. Bu devrimin en önemli katkılarından biri de makine parçalarının aynı standartta yapılmasıydı. Böylece parçalar kolayca değiştiriliyordu. Ford’un 1913’te başlattığı “üretim bandı” tekniği diğer sektörlerde kullanılınca verim çok arttı.

I. Dünya Savaşı, 1914’te başladığı sırada Rusya, Kanada, İtalya ve Japonya henüz I. Sanayi Devrimi’ne yeni başlamıştı. Çin, Hindistan, İspanya ve Türkiye ise Sanayi Devrimi’ne çok geç başlayabildi.

II. Dünya Savaşı 1945’te bitince, Üçüncü Teknoloji Devrimi başladı ve nükleer, bilgisayar, mikroelektronik, lazer ve genetik gibi alanlarla gelişti. Sanayi Devrimleri, tarihte önemli dönüm noktaları oldu.

Yeni devrimlerin hedefi, daha güvenli ve sürdürülebilir yaşam ortamları hazırlamak olmalı.

SONUÇ OLARAK, Endüstri 4.0 geleceğimizi iyi ve kötü yönleriyle doğrudan etkileyecektir. Gelecekte içerisinde insan olmayan ve ışığa ihtiyaç duymayan robotlarla çalışan fabrikalar bizi beklemekte ve insanoğlu artık robotlarla yarış içine girmeye hazırlanmalıdır.

Yapmamız gereken Endüstri 4.0’dan kaçmak değil ona en iyi şekilde uyum sağlamaktır. Bazı masalların sonunu bilemezsiniz ve yenilik sonu bilinmeyen bir masaldır. Endüstri 4.0’ı anlayacağımız dilde tanımlarsak, tamamen makineleşme yani sistemden insanı çekme diyebiliriz.

( Magic Mechanic Meetings yazı dizisi devam edecek…)

KAYNAKÇA:

1- SANAYİ DEVRİMLERİ VE ENDÜSTRİ 4.0

http://devlet.com.tr/makaleler/y255-SANAYI_DEVRIMLERI_VE_ENDUSTRI_40_.html

2- DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE SANAYİLEŞME I - STRATEJİ VE TEMEL SANAYİLEŞME SORUNLARI

https://mmo.org.tr/sites/default/files/01_makale_sanayilesmesorunlari__0.pdf

3- SANAYİ DEVRİMLERİ DÜNYANIN GİDİŞİNİ DEĞİŞTİRDİ

http://www.uralakbulut.com.tr/wp-content/uploads/2009/11/SANAY%C4%B0-DEVR%C4%B0M%C4%B0-D%C3%9CNYANIN-G%C4%B0D%C4%B0%C5%9E%C4%B0N%C4%B0-DE%C4%9E%C4%B0%C5%9ET%C4%B0RD%C4%B0-HAZ%C4%B0RAN-2011.pdf

4- SANAYİ DEVRİMLERİ NELERDİR VE ENDÜSTRİ 4.0 NEDİR?

http://elektrikelektronikegitimi.blogspot.com/2017/10/sanayi-devrimleri-ve-endustri-40.html

5- ENDÜSTİREL ENDÜSTRİ 4.0 NEDİR? NE DEĞİLDİR?

https://www.kenanyelken.com/endustri-4-0-nedir