Yunanistan nasıl bağımsız oldu, 200 yıl önce neler yaşandı?

img ]

Yunanistan nasıl bağımsız oldu, 200 yıl önce neler yaşandı?

Stelyo Berberakis

Atina

25 Mart 2021

Kaynak, Greece 1821

Yunanistan bugün Yunan halkının Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmasının 200’üncü yıldönümünü kutluyor. Atina, “25 Mart Bağımsızlık Günü” kutlamalarında “Türkiye ile iyi geçinmek istediği” mesajları veriyor.

Fransız Le Monde gazetesine konuşan Yunanistan Cumhurbaşkanı Ekaterina Sakellaropoulou, “Yunanistan Türkiye ile iyi komşu olmak ve barış içinde yaşamak istiyor. Türkiye’de de aynı niyet varsa, biz buna hazırız” dedi.

Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis, kutlamalara katılmak için Atina’ya gelen Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis’i karşılarken, “Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj gemilerini çekmesi, gerginliğin azalması yolunda attığı olumlu bir adımdır. Türkiye’nin bu iyi niyet gösterisinin sürekli hale gelmesini arzu ediyoruz” diye konuştu.

Bu yıl kutlama törenlerine, Yunan Devleti’nin kuruluşuna fiilen destek veren Rusya, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra ayaklanmayı uzaktan destekleyen ve savaş alanına gönüllü asker gönderen ABD’nin temsilcileri de katılıyor.

Bu kapsamda İngiltere Prensi Charles ve eşi, Rusya Başbakanı Mihail Mişustinin ve eşi, Fransa Savunma Bakanı Florence Parly de törenlerde yer alıyor.

ABD uçak gemisi Eisenhower’ın Pire Limanı’na demirleyeceği, Amerikan ve Fransız savaş uçaklarının askeri geçit törenlerinde gösteri yapacakları açıklandı.

Emin Oktay’ın tarih dersi kitaplarında “Yunan İsyanı” adı altında yarım sayfa yer verilen Yunan ayaklanması, Yunan tarih dersi kitaplarında “Yunan ulusunun Osmanlı işgalinden kurtuluşu” olarak okutuluyor.

Türkiye’de “Osmanlı’ya karşı isyan ve ihanet” olarak nitelenen bu ayaklanma, Yunanistan’da “Kurtuluş Savaşı” olarak tanımlanıyor.

Resmen kurulup ilan edildiği 1832 yılına kadar Yunanistan diye bir ülke yoktu. Sadece bugünkü Yunanistan’dan başka bütün Anadolu’da, Balkanlar’da ve Rusya’da yaşayan -adları Osmanlı’da Rum/Romalı olarak geçen- Helence konuşan Ortodoks Yunanlar vardı.

İ.Ö. Antik Yunan medeniyeti yıllarından sonra ilk önce Roma; daha sonra Bizans ve son olarak Osmanlı imparatorluklarının hegemonyası altında yaşayan Helenler (Yunanlar), 1798 Fransız ihtilalinin tüm Avrupa’da yarattığı siyasi depremlerden ilham alarak bağımsızlık savaşını 1821’de Mora yarımadasında başlattılar.

Fransız Devrimi’nin etkisi

1821’den Yunan Devleti’nin resmen ilan edildiği 1832 yılına kadar Osmanlı kuvvetleriyle sürekli yaşanan kanlı çatışmalara, dönemin süper güçlerinden Rusya, İngiltere ve Fransa’nın da katılması Yunan Devleti’nin doğmasına yol açacaktı.

Yunan ayaklanması fikri, aslında Fransız devriminden 16 yıl sonra, 1814’te Rusya’nın Odessa kentinde Yunan tüccar ve aydınlarından oluşan “Filiki Eterya” adlı örgüt vasıtasıyla doğmuştu.

Rusya Çarı 1. Aleksandr’ın Yunan asıllı yaveri Aleksandr İpsilanti’nin 1820’de Osmanlı’ya bağlı Eflak Boğdan’a saldırısının püskürtülmesine rağmen ayaklanma kıvılcımı kısa bir süre içinde Mora Yarımadası’na sıçramıştı.

Kaynak, Greece 1821 Fotoğraf altı yazısı, 1827 Navarin deniz muharebesi Yunan devletinin kuruluşu açısından belirleyici oldu

Theodoros Kolokotronis, Yorgos Karaiskakis, Petrobey Mavromihalis, Nikitaras, Andrea Myaoulis gibi komutanların başını çektiği ayaklanma sırasında Yunan isyancıların arasında da iç savaşların çıkması Osmanlıların zaman zaman isyanı bastırmasına da yol açıyordu.

Yunan ayaklanmasının tarihçesine bakacak olursak:

1814’te Odessa’da kurulan “Filiki Eterya” ayaklanma fikrini yayan örgüt oldu.

1820’de Eflak Boğdan’da, İtalya’da (Napoli) başlayan ayaklanmalara paralel olarak Mora’ya sıçrayan ayaklanma, o dönemdeki dengelerin bozulmasını istemeyen başta Avusturya şansölyesi Metternich olmak üzere “Kutsal İttifak"ı oluşturan Rusya ve Prusya, Osmanlı’nın lehine Yunan ayaklanmasına da karşı çıkıyordu.

Buna rağmen 1821’de Yunan ihtilali 25 Mart’ta resmen ilan edildi ve tüm yarımadaya yayıldı.

Kaynak, Getty/Universal History Archive Fotoğraf altı yazısı, 1827 Navarin deniz muharebesi

Karşılıklı katliamlar

1821 ayaklanmasının önüne geçemediği gerekçesiyle “Rum milletinin başı” konumundaki İstanbul Rum Patrik’i, aynı yılın Nisan ayında Sultan 2. Mahmut tarafından Patrikhane’nin giriş kapısına asıldı.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın arşivlerine göre, Osmanlı hariciyesinde görevli İstanbul Rumları (Fanaryot) maslahatgüzarlık yaptıkları Avrupa kentlerinden geri çekildiler ve 1830’a kadar sürgüne gönderildiler.

İstanbul ve Anadolu’daki Rum kiliseleri yakıldı, yağmalandı ve cinayetler işlendi. Rum maslahatgüzarların görevleri 1830 yılından sonra tekrar kendilerine iade edildi.

1821’in Eylül ayında Osmanlı yönetiminin önemli merkezlerinden Trepoliça’da (bugünkü Tripolis) büyük katliamlar oldu. Kimi tarihçiye göre 20, kimine göre 35 bin Müslüman kadın, erkek, çocuk kılıçtan geçirildi.

Öyle ki, Mora komutanı Kolokotronis, Yunan asıllı Rus prensi Dimitri İpsilanti (Aleksandr’ın kardeşi) ve komutanlardan Thomas Gordon’un, Trepoliça’ya geldiklerinde işlenen cinayetler ve yağmalamalar karşısında ürperdikleri Yunan tarih kitaplarına yazıldı. Yunan edebiyatına ve ağıt yakılan şarkılara da konu olan katliamın, “komutanların emirlerini dinlemeyen azgın çeteler tarafından yapıldığı” söylendi.

1822’nin Mart ayında bu kez Sakız (Chios) adasında ayaklanma yaşandı. Sakız adasındaki ayaklanmayı bastırmak için adaya gönderilen Osmanlı kuvvetlerinin kadın, erkek, çocuk ayırmadan kimine göre 25 bin Hristiyanı katlettiği yazıldı.

Aynı yıl (1822) Mora Yarımadası’nda ilk Anayasa açıklandı.

Kaynak, Greece 1821 Fotoğraf altı yazısı, Messolongi’de Türklerle Yunanların çatışması

Bu ve bu gibi karşılıklı katliamlar, dünya kamuoyunda büyük yankılar uyandırdı.

Ancak Batı dünyasının aydınları “Bağımsızlık heyecanı, maceracılık” ve “antik Yunan hayranlığı” ile Yunan ayaklanmasına maddi ve manevi destek vermeye başladı.

Ünlü İngiliz şair Lord Byron, bütün servetini silah temini için ayaklanmaya hibe etti. 1824’te yakalandığı hastalığın sonucunda Yunan ihtilalinin merkezlerinden Messolongi’de öldü.

Kaynak, Getty Images Fotoğraf altı yazısı, Ünlü İngiliz romantik şair Lord Byron ve esin perisi

İç savaşlar

1823-1825 yılları arasında Yunan komutanlarla, siyasetçileri, aydınları ve toprak ağaları arasında iç savaşlar çıktı. “Osmanlı’dan kurtarılan yerlerin paylaşımı ve yönetim usülü” için çıkan çatışmalar ayaklanma hareketini yavaşlattı.

Yunan donanma komutanlarından Andreas Mialoulis siyasetçilerden hıncını almak için Yunan donanmasının amiral gemisi “Ellas"ı havaya uçurdu.

Kaynak, Greece 1821 Fotoğraf altı yazısı, 1824’te ikinci iç savaştan bir tasvir

1825’te içteki çatışmalar sürerken, Sultan 2. Mahmud’un emri ile Mısırlı komutan İbrahim Paşa, donanmasıyla geldiği Mora Yarımadası’na saldırarak isyan odaklarını söndürmeye başladı. Mora, tekrar büyük katliamlara sahne oldu.

1827’nin Haziran ayında Londra’da toplanan Rusya, İngiltere ve Fransa liderleri, İbrahim Paşa ve ordularının Mora’dan ayrılması için ültimatom verdiler.

Aynı yılın Ekim ayında Mora’dan uzaklaşmayan İbrahim Paşa’nın donanması, Mora’nın ucundaki Navarin açıklarında üç devletin donanması karşısında yenilgiye uğradı. 89 parçalık donanmanın 4’te 3’ü tahrip oldu. Olay Osmanlı tarihine “Navarin Faciası”, Batı tarihine ise “Navarin Zaferi” olarak geçti.

Navarin deniz muharebesi Yunan Devleti’nin geleceği için belirleyici olacaktı.

Kaynak, Getty/UniversalImagesGroup Fotoğraf altı yazısı, Mora Yarımadası’ndaki Navarin Körfezi

Osmanlı-Rus Savaşı ve Edirne Anlaşması

1827’de, Yunan asıllı Rusya Dışişleri Bakanı İoannis Kapodistrias yeni kurulan devletin başına getirildi. Rusya Dışişleri Bakanı iken İsviçre yönetim şeklini ve anayasasını hazırlayan Kapodistrias, birçok reformlar yaptı ve Yunan Devleti’nin temellerini attı.

1828’de patlak veren Osmanlı-Rus savaşında, Rus orduları İstanbul’un sırtlarına kadar ilerledi.

1829’da Edirne Anlaşması imzalandı. Anlaşmanın maddelerinden biri Osmanlı yönetiminin yeni kurulan “Yunanistan Cumhuriyeti"nin özerkliğini tanıması oldu.

1831’de Yunanistan’ın ilk yöneticisi Kapodistrias, batılılaşmayı sindiremeyen ve devletten sürekli tazminatlar isteyen 1821 komutanlarından Mavromihalis kardeşler tarafından o dönemdeki Başkent Nafplion’da yol ortasında öldürüldü.

1832’de Yunanistan Devleti, Osmanlı yönetimi tarafından da resmen tanındı.

Böylece Yunanistan’ın ilk sınırlarını oluşturan Mora Yarımadası ve yöresinde 1460’ta başlayan ve 400 yıl süren Osmanlı hegemonyası sona ermiş oldu.

Aynı yıl, İngiltere’nin baskılarıyla Yunanistan’a Kraliyet yönetimi getirildi. Alman kökenli Otto von Wittelsbach “Yunanistan Kralı” tayin edildi.

Kaynak, Greece 1821 Fotoğraf altı yazısı, Yeniçeri ordusu 1826

100 yıl sonra

Yunanistan, tam 100 yıl sonra 1919’da bu kez karşı saldırıya geçecek ve Anadolu’yu işgal edecekti. Ancak 3 yıl süren Yunan işgali bu kez Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı ile sona erecek ve 1923 Lozan Antlaşması ile iki ülkenin bugünkü sınırları belirlenmiş olacaktı.

Yunanistan’ın sınırları 1832-1947 yılları arasında aşamalı olarak genişledi. Mora ayaklanması sırasında, yeni Yunanistan’ın sınırlarının nereye kadar olacağı hakkında kimsenin bilgisi yoktu.

Amaç, Yunanların (Rumların) yaşadığı tüm toprakların bağımsızlığını sağlamaktı.

Rusya’nın rolü

Tarihin cilvelerinden biri olsa gerek: Tarihteki olaylar Rusya’nın gerek Yunanistan gerekse Türkiye karşısındaki tutumunu, her bir ülke gibi, kendi çıkarlarını gözeterek nasıl değiştirdiğini gösteriyor.

Rusya, Osmanlı’ya karşı ayaklanan ve dindaş olan Hristiyan Ortodoks Yunanlara verdiği askeri ve siyasi desteği 1821 Yunan ayaklanmasında gösterdi ve bugünkü Yunanistan’ın ortaya çıkmasında büyük rol oynadı.

Afganistan’ın Kaderi

img ]

Asya’nın kalbinde Hindikuş Dağları’na sırtını yaslamış Afganistan, kan ve gözyaşıyla tarif edilen makus talihine yine yenik düşüyor. ABD’nin yirmi yıl süren ve aslında beklenmekte olan “U” dönüşü sonrasında yine kaosa sürüklendi. Afganistan’da serbest seçimlerle kurulmuş hükümet sallantıda ve Taliban tekrar iktidarı ele geçirme aşamasında. Afganların kaderinin müteakip yıllarda hangi istikamete yönelebileceği halâ belirgin değil. Ancak belirsizlik üzerine öngörüde bulunmak için Taliban, Afgan Hükümeti ve ABD’nin son yirmi yılına önce kısaca göz atmak gerekiyor.

Afganistan’da Taliban odaklı değerlendirmeler için öncelikle muhalif unsurların resmini çıkartmak gerekir. Taliban tek muhalif unsur değil. Hakkani grubu, Taliban ile iş birliği yapıyor olsa da farklı bir liderliğe sahip. Horasan Grubu olarak bilinen DEAŞ türevi yapılanma ise muhtemel bir Taliban iktidarında dahi otonom eylemler yapabilecek bir örgüt. Pakistan kökenli Peştun yapılanmaları ise dağınık bir şekilde Afganistan’da eylemler yapabiliyor ve çoğunlukla Şii mezhebine itikat eden Hazaraları hedef alıyorlar. El Kaide, Ladin’in infazı sonrasında pasif bir yapılanma gibi kalmışsa da Taliban ve diğer örgütlerle ilişkisini devam ettiriyor. Esasen ABD’nin çekilmesiyle El Kaide’nin Afganistan’da daha rahat bir ortama kavuşabileceği henüz seslendirilmeyen bir gerçek.

Taliban gibi muhalif kanatta yer alan Hizb-i İslam-ı Gulbettin barış ve uzlaşı sürecine dahil oldu ve silahlı mücadeleyi evvel sene bıraktı. Nihayet Taliban, yekpare bir örgüt olmayıp siyasi ve askerî kanat arasında fikir ayrılıkları olabiliyor. Ayrıca sahadaki unsurların kendi inisiyatifleriyle karar alabilme imkânları var. O halde Afganistan’da Taliban iktidarı ele geçirip kendi rejimini tesis etse dahi muhalif unsurlar arasında rekabet yaşanması olası görünüyor. Ancak dinin referans alındığı Taliban öğretisinde, ideolojik temeller Taliban’ı diğer yapılanmalara göre daha başat hale getiriyor.

Afgan hükümeti ve toplumsal yapısı muhalif kanattaki örgütlenmelerden daha da karmaşık. ABD yirmi yıl boyunca devlet inşa süreci gerçekleştirdi ve bürokrasi yaratmaya çalıştı. Anayasa’nın 2004 yılında referandum sonrası kabul edilmesiyle güvenliğin konsolide edilmesi, refahın yükseltilmesi ve idari kapasitenin artırılması kapsamında projeler yürütüldü. Amerikalılar için çoklu etnik yapı ana kaygı nedeniydi. Bu nedenle Afgan hükümeti etnik dengelerin gözetildiği bir yapıya sahip. Bir kadro Peştunlara tahsis edilmişse yardımcıları Tacik veya Özbek olabiliyor. Böyle bir durum da liyakatten ziyade sadakati esas alan bir anlayışı bürokrasiye egemen kılıyor.

Amerikalı danışmanların güdümünde Afgan devleti önce kendi ayakları üzerinde durmaya, sonrasında bağımsız kararlar almaya itildi. Ancak arzu edilen sonuç alınamadı. Amerikan çekilmesine uygun söylemleri üretmek için ABD’li generaller, Afgan Güvenlik Kuvvetlerini “bağımsız harekât icra edebilirler” şeklinde topluma sundu. Afgan siyaseti perde gerisinden “idare” edilmeye çalışıldı. Ancak etnik iktidar yarışının önüne geçilemedi. Örneğin, Seçim Kurulu, seçim sonuçlarını aylarca ilan edemedi. Başkanlık yarışına giren adayların imzaladığı memorandum ile Devlet Başkanı yanında “Devlet CEO’su” makamı ihdas edildi. Yani halk iradesi rakip siyasiler arasında paylaşıldı. Bu arada yolsuzluk en kronik problem oldu. Ev kiralarının 400-500, bir tüpün 240 Afgan Dinarı civarında olduğu Afganistan’da 500-600 Afgan dinarı alan polis ve memur aslında yolsuzluk yapılmaya itildi. Hayat pahalılığı ve altyapı eksikliği Afganların kendi devletlerini sorgulamasına yol açtı. Sadece Donör Konferanslarında vaat edilen ve kısmen gerçekleşen dış yardımlarla ayakta kalan ekonomik yapı ülkenin kırsalını afyon ekimine ve ticaretine daha da itti.

Afyon tarımı ve ticareti ana gelir kaynağı oldu. Ancak afyon ekiminden elde edilen gelir, köylünün ancak günlük harcamalarını karşılayabildi. Taliban’ın yüzde 6 “vergi” karşılığında karışmadığı afyon üretimi, Taliban ve bölgesel liderlerin güçlenmesine ancak devletin zayıflamasına neden oldu. Çünkü afyon üretiminin ve ticaretinin vergilendirilmesi kolay değil. Yaklaşık 20 milyar ABD doları olan Afgan gayrisafi milli hasılasının yüzde yirmisi afyon ekiminden elde ediliyor. Ancak elde edilen gelir devlete değil kişilerin ve Taliban’ın kasasına akıyor. Böylece yolsuzluk çarkları işlemeye başlıyor. 2001 öncesi uygulamaların aksine, Taliban’ın afyon ekimine ses çıkartmamasıyla kırsal alanda devlete değil Taliban’a biat eden bir eğilim ön plana çıktı.

Afgan toplumunun etnik yapısı, mevcut durumu ve müteakip ihtimalleri şekillendirebilecek özellikte. Otuz iki dilin konuşulduğu Afganistan’da ana etnik gruplar Pakistan’a demografik uzanımı olan Peştunlar, Tacikler, Şii Hazaralar ve Özbek-Türkmen Türkleri. Hazaraların Moğol kökeni iddia edilmekle birlikte Afganistan’da Türk kökenli oldukları söyleniyor. Sovyet işgali ve sonrasında Mücahit Savaşlarında bu etnik unsurlar kendi doğal liderleriyle silahlı bir karaktere sahipti. Ancak Amerikan işgaliyle silahlı yapılar dağıtıldı. Karzai ve Gani yönetimlerinin bölgesel silahlı yapıları dağıtma politikaları bu oluşumları zayıflattı. Dış destek olmadan bölgesel liderlerin uzun vadeli bir duruş sergilemesi pek mümkün görünmüyor. Sonuçta bu etnik yapıların Taliban veya bir diğer etnik gruba yönelik örgütlenmesi için zamana ve kaynağa ihtiyaç var.

Afyon ticaretinden elde ettikleri gelirlerle silahlı yapısını muhafaza etmiş yerel liderler, kendi bölgelerinde tercihlerini dikte edebilecek güce sahip. Kuzeyde Özbek ve Türkmen Türkler ile Tacikler Kuzey İttifakını anımsatan bir yapılanmayı gündeme alabilir. Hazaralar silahlanma ve örgütlenme konusunda hem İran’ın desteğine sahip hem de Taliban’ın geçmişte yaptığı katliamlar nedeniyle her olasılığa hazır görünüyorlar. Ancak bölgesel liderlerin, etnik gerekçelerle silahlanması daha geniş kapsamlı bir iç savaşa da neden olabilir. Öte yandan bölgesel liderlerin hangi raddeye kadar silahlı bir direnişe önderlik edebilecekleri belirsiz.

Taliban ve Afgan iç dinamikleri sonrasında Amerikan “hatalarına” da odaklanmak gerekiyor. ABD’nin Afganistan “macerası” Sovyet işgali sonrasında derslerden faydalanılmadığına zaten işaret ediyordu. Amerikalı askerlerin taktik hataları stratejik çabaları boşa çıkarttı. Tedirginlik ve korkuyla sivil halka kötü davranan, Afgan toplumunun değerlerini anlamayan ve geleneksel savaş yöntemlerine itibar eden ABD ordusu adım adım yenilgiye yürüdü. Afganistan’ın kötü ve bakımsız yollarında tedirginlikten kaynaklı aşırı süratle Afgan insanına çarpıp ilerleyen ABD konvoyları alışıldık hale geldi. ABD askerlerinin Bagram üssünün cezaevindeki kötü muameleleri ve 2012 yılında Kur’an’a saygısızlığı Afgan halkını sokaklara döktü. Temeli olmayan ve tek kaynağa dayanan istihbarat raporlarına itibar edilmesi başka bir yanlıştı. Bu raporlar ışığında ABD Özel Kuvvetleri gece operasyonları ve Hava Kuvvetleri hava akınları düzenledi. Sonuç, Karzai’nin zamanında sıklıkla eleştirdiği gibi “sivil zayiat” idi. Yani ABD, Afganistan’da taktik hatalarıyla kendini tüketti.

ABD’nin stratejik hatalarıysa, ABD askerleri marifetiyle düzeltilemeyecek kadar derin. Obama’nın 2009 yılında Afganistan’dan çekilme niyetini açıkça seslendirmesi ve 2012 yılında ABD askerinin 2014 yılı itibarıyla çekileceğini açıklaması Taliban’ı zafer ilan etmeye itti. Ayrıca Afgan hükümeti ile istişare etmeden Doha’da Taliban ile görüşen ABD, Taliban’ı meşrulaştırdı ve Afgan halkı nezdinde itibar kazandırdı. ABD eski Başkanı Trump’ın Taliban’ın Doha Temsilcisiyle 45 dakikalık bir telefon görüşmesi yapmasını da unutmamak gerekir. Afganistan’ı El Kaide’yi yok etmek için işgal eden ve maliyeti NATO ile paylaşmaya çalışan ABD stratejik hatalarıyla El Kaide’yi yok edemedi, Taliban’a tekrar meşruiyet kazandırdı ve sonuçta taktik / stratejik hatalar nedeniyle bu “savaşı” kaybetti.

Önümüzdeki dönemde neler olabilir? Taliban, Doha Antlaşmasıyla kazandığı meşruiyet zeminini sonuna kadar istismar edecektir. Taliban’ın “kendi” algısı zafer kazandığı istikametinde güçlendi. Bu nedenle “kukla” şeklinde isimlendirdiği Afgan hükümetini devirmek için her türlü çabayı gösterecektir. Kabil Havaalanına yönelik talepleri de bu yüzden. Afgan hükümetine can suyu verebilecek hiçbir teklife sıcak bakmıyorlar. Taliban’ın barış ve uzlaşı istikametinde cesaretlendirilmesi ancak Afgan hükümetinin ve yerel liderlerin askerî dengeyi tekrar tesis etmesine bağlı. Aksi halde Taliban’ın dikte edilecek herhangi bir telkini kabul etmesi mümkün görünmüyor. Barış ve uzlaşı doğal olarak en makul çıkış yolu ancak Taliban tarafına bükülen zeminin karşıt bir hamleyle tekrar dengeyi tesis etmesi gerektiği aşikâr. En istenmeyen senaryo ise tüm etnik unsurların birbirleriyle ve Taliban ile uzun vadeli, önce düşük profilde, sonra şiddetli çarpışmalara girmesi. Afganistan’ın bölündüğü böyle bir senaryo iç savaşa yol açabilir.

Kıbrıs Barış Harekatımızın 47. Yıldönümü: Yunan Darbesi ve BM Güvenlik Konseyi’nin tarihi toplantısı

img ]