Corona Altında Bir İzdivaç -SON-
]
YILLAR SONRA
Zaman su olup aksa da aradan geçen yıllar boyunca kız anasının Kamil ve ailesine kibiri kini değişmedi. Kızıyla görüşmesini engellemeye devam etti. Oğlanın ana babası gerçekten kendi hallerinde sessiz, birbirinden saf dervişane tiplerdi.
Küçük hanım, yıldan yıla serpilip güzelleşti, genç kız oldu. Oğlan delikanlı. Sevgileri sevda ya dönüştü. Kamil duygularını şiire döktü. Şair oldu. Gençlerin en güzel çağları annenin ve mutaasıp çevrenin engelleme leriyle hayli gölgelense de, arada bir komşu kızı Ayşe’nin aracılığıyla evde, bazen de küçük mahalle bebelerinin çaktırmadan getirip götürdüğü pusulalarla ilişkileri devam gitti.
Nihayet Terzi kalfası Kamil’in İstanbul’a askerlik çağrısı çıktı. Komşu oğlu Rahmi her şeyi göze alıp kız yeğeni aracılığıyla ayrılık öncesi evlerinde bir araya getirdi onları.
İlk kez hem de gözlerden uzak birlikteliklerinde ikisi de oldukça mutlu heyecanlıydı Kamil, helalleşir gibi söze başladı, Nazife’den anasının topal kalmasına sebep olduğu için bir kez daha özür diledi.
Kamil- (ağlamaklı bir sesle) keşke beni odun elinde kovaladığında kaçmasaydım da, eşek sudan gelinceye kadar dövseydi, kırılmasaydı ayağı!
Nazife- Senin bir suçun yok ki, onu hoca olan mutaassıp anası çok sıkı disiplinle büyütmüş ya, o da gördüğünü yapıyor, ettiğini doğru sanıyor. Biz televizyon filmlerindeki açık saçık serbest sosyete kızları, şımarık oğlanlar gibi değiliz flört etmiyoruz ki. Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı gibi tertemiz evlilik niyetindeyiz.
Kamil-Kız neler, ne güzel şeyler söylüyorsun sen, akıcı şiir gibi. Sen bunları nereden öğrendin?
Nazife- Okudum o aşk hikayelerinin kitaplarını. Rahmi Çavuşun yeğeni Ayşe verdi bana.
Kamil-Bak demin şiir deyince aklıma geldi. Seni görünce aklım karıştı, az kalsın unutacaktım.
(Ceketin iç cebinden çıkardığı küçük cep defterini kıza uzattı
Kamil-Al bunu, sana son iki yıldır senin için yazdığım şiirler. Saklaman zor, biliyorum ama vermek zorundayım. Çünkü senden çok uzaklara gideceğim yakında. İstanbul’a askerlik celbim geldi.
Gidip gelmemek var, dönünce seni bana verirler mi bilmem ama. Dönemezsem de bilesin ki; seni öte’de de isteyeceğim Mevla’dan!
Kız,, sevdiceğinin şiirleri, ince içli sözleriyle mutlulanırken öyle, son cümlesiyle birden irkilip ayağa fırladı! Kamil de… Sokuldular birbirlerine, kızcağız ta beline dek uzanan o kuzguni simsiyah iki örgü saçlarını örten gül kurusu baş örtüsünü hışımla sıyırıp Kamil’e uzattı. Delikanlıının aklını baştan alan o gamzeli gül yanakları kuğu boynu, minik bir çocuk masu miyetinde ışık ışık bakan kara gözleri ,kaşı, kirpiği bütün güzelli ğiyle karşısındaydı ilk defa işte! Sanki, “haydi :ayrılmadan gör, kazı hayaline beni” der gibi baktı baktı bütün içtenliğiyle. “Mahzun ayrılmasın” der gibi pervasız cömertti ilk kez…..
Nazife-Al bunu yadigar benden, özledikçe öpüp koklarsın, ben de senin şiirlerinle avunurum (Ağlamamaya çalışarak) Bil ki, ucunda ölüm bile olsa senden başkasına varmayacağım.Seni bekleyeceğim, ancak ölüm ayırır benden seni.
Zorlandığı konuşmasını keserek kapıya yürüdü, üç beş adım atıp geri döndü.
Nazife-Kaçarım , kaçarız seninle.
Tekrar yaklaştı, bütün takati, sevgisiyle sarıldı ilk defa Kamil’ine. Bir süre kıpırdamadan öylece kaldılar. Saatler sustu, zaman durdu sanki!. Sonra gizlediği göz yaşlarıyla koştu dışarı çıktı. Gitti Nazife. Nazife gitti.
Sevinci, acısı kelimelerle anlatılamaz o vedadan Kamil’e bir yar kokulu yemeni bir de ölüm üzere verilen (kaçarız) sözü kaldı. Sarsıldı, tutamadı artık kendini delikanlı çöktü oracıktaki sedire, bıraktı kendini.
Kamil-Yetmez mi, Yetmez mi ki. Yar kokulu bir yemeni, bir de Kaçarız sözü…
Diye höykürdü…
AYLAR SONRA KAMİL’İN MEKTUBU
O gün ikindi serinliğinde Nazife’lerin bahçede bir kaç komşu birlikte oturmuş muhabbet edip iş işlerken, komşu kızı Ayşe dış kapıdan seslendi
Ayşe-Nazife kııız, al şu çay demliğini, al ki, ben de anamın yaptığı kısır’la katmerleri getireyim
Nazife, dertdaşı hem de sırdaşı Ayşe kız, dış kapıdan seslendi mi bir sürprizi, özeli olduğunu bilirdi. Heyecandan ayakları birbirine dolaşırcasına koştu. Telaştan ayağı anasının ördüğü kazağın Yumağına takılınca kadının elindeki şişler ve kazak fırladı i öte ye! Anası ardından;
Hüsnüye-Sakaaar, sakar, seni alan bilmem ne yapar?
Diye öfkelendi.
Ayşe elindekileri sokak kapısı ardındaki odun katarı üzerin bıraktı , göğsünden çıkardığı Kamil den gelen mektubu sinsi sinsi gülerek arkadaşına uzattı.
Ayşe- Al kız fışkı, benim hakkımı nasıl ödeyeceksin bilmem vallahi.
Diye takıldı.
Hoca torunu Nazi, edebinden al al olan yanaklarla öpmek kucaklamak için eğildi arkadaşına, sonra birden;“Neyse bizi sarmaş dolaş görür de şüphelenip sorup sıkıştırır anam” diye geri çekildi
.Nazife-Kız ben sana öte dünyada sevabımdan vereceğim sevabımdan, Cennet’in için inşallah. Bundan daha iyi hak ödeme mi olur, deli?
Ayşe- O ooo, senden gelecek hayır ahrete kaldıysa.. Hadi hadi heyecandan elindeki çayı, demli ği döküp devirme!
Nazife, elindekileri kadınların yanına bırakıp soğumasın diye üzerine örtü getirmek için içeri odaya koştu. Küçük battaniye parçası elinde tam çıkıyordu ki, sabredemeyip oturdu oracığa zarfı açtı
Bembeyaz kağıdın en üst başında, ağzında mektupla kanatlanmış bir kuş resmi, sağ köşe de kıp kırmızı o gül, altında, “Nazife’m” Başlığı, vardı, Daha önceleri anasının sıkı takibinden dolayı şüp he çekmeyen küçük çocukların, bazan da Ayşe kızn getirdiği pusulalara alışıktı ama, bu başkaydı. Heyecanı merakı artmış nefesi sıklaşmıştı: Tam okumaya başlamıştı ki alt bahçeden anası haykırdı;
Anası-Nazifeee, hani örtü demliğin üstüneee. Çay buz oldu buuuz!
Sıçradı korkuyla, mektubu göğsüne kalbinin üstüne koyup, dışarı koştu.
Döndüğünde oda kapısını kitleyip uzandı dıvana. Tadını çıkara çıkara okumaya başladı Arada bir duruyor, kağıdı yüzüne gözüne sürüyor, bir taraftanda edebe aykırı bir şey yapıyormuşcasına kendi kendine utanıyor yanakları kızarıyordu. İçinden; ( bu nasıl sevda Allah’ım, televizyonlarda o cıvık, açık saçık kızları kınadığımdan mı geliyor bütün bunlar başıma: Kabahat, günah mı işliyorum acaba. Öyle ya, herkesin ortasında ne o öyle kadının erkeğe, erin avrada “canım cicim”ler, şapır şupur öpmeler. Hele de o “aşkım ,aşkım” lafları yok mu sinir oluyorum valla. Ne kadar ucuz vıcık. Seviyorsan yalnız birlikteyken yap işveni cilveni. .
Eşim Benim
“Sıladayke seni her istedikçe göremediğime, ailenin o engellemelerine üzülür şikayetlenirdim Ne kadar yanlış çocukcaymış! Aynı mekanda boşa kahretmişim kendimi. Ya şimdi, sen den dağlar de nizler ötesindeyken öyle mi? Zor çok zormuş ayrılık. Ama ne var ki hayatın olmazsa olmazlarından bunlar. Hani üstad bestekar, Avni Anıl bir şarkısında diyor ya; ”-Biraz kül biraz duman” biraz kahkaha biraz gözyaşı hayat . Şimdiye kadar yazdığım şiirlerin daha da dokunaklılarını yazdırmakta bana hasretin. Hele talim sonrası batmakta olan güneşin son ziyalarıyla ufukların al yaşmaklara bü ründüğü o hüzün anları yok mu,. içim içime sığmıyor Bil ki o anlar ben, sessiz, ulu bir ağacın altın da hayalinleyim. Hafiften esintilerle yaprakların hışırtısı, küçük el radyomda, suzinak, Uşşak, Hüsey ni’den bir şarkı da var sa,değme keyfime, buruk hazlarla mestim ben.
Büyük şair B.Sıtkı. Erdoğan Kışla’da Bahar, adlı şiirinde ne içten dillendiriyor bir askerin sevdalı sına özlemini değil mi?
Dağlar taşlar bu hasretlik derdinde
Sabır sebat etmez gönül yurdunda
Akşam olur tepelerin ardında
Daha güneş batar batmaz ordayım
Aha bir yıl geride kaldı neredeyse Nazife’m, ben de “Vatan borcu biter bitmez ordayım”.Sen den gelen mektuplar ilaç nimet bana, onları, elin değdi, kokun var diye bağrıma basıyor çocuklar gibi seviniyorum. Özlenip beklenmek beklemek ne güzel değil mi? Hasretinin panzehiri, bir de vedalaşırken başından çekip elime tutuşturduğun o gül Kurusu yemenin, en kıymetlisi de”Beni sana vermezlerse kaçarım” sözün..Evet, hasretin canıma tak ettikçe onlarla avunuyorum.
Ta küçücükken mahallede seni “eşim, eşim” diye sevdim. Bilesin ki, ben seni tek kadın güzeli olman, cinselliğinden dolayı sevmedim. Emsallerinden çok farklı bir terbiye ve kişilik te olduğun için. Sabırlı, iyimser, alçak gönüllü, güler yüzlüsün. Günaha sevaba çok dikkatlisin hanım hanımcık g hanımcıkgiyiniyorsun, insanlara hitap ederken onları incitmeden korkan bir rikkatin var.
Ana gibi, abla misali müşvik koruyucusun. Ha bir de büyüyüp genç kız olduğunda, bir kaç kez ana babanla konuşurken, şeyhi huzurunda el bağlayan müridler misali saygı edepli o duruşlarına meftun oldum. Küçükken çarşıdan dönen babana koşar elindekileri alıp eve taşırdın . Bunu sokakta her kız yapmazdı. Sen ta o zamanlar düştün aklıma sonra da gönlüme.Ben çok şanslıyım. Bütün bunları seni memnun etmek için yazmıyorum. Hadi sen yine de “ben neyimişim” deyip şımarma emi? Rabbime emanet ol hadi.
NAZİFE’ DEN KAMİL’E
Ayşe getirdi yine geçen gün dört gözle beklediğim mektubunu. Kapıdan seslenip verdi. Se nin hakkını ahirette sevabımdan vererek ödeyeceğim, diye şakalaştık.Arka mahallede Yazı Çarşı’ya yakın yeni bir kütüphane açıldı. Adı Çocuk Kütüphanesi, ama biz büyüklere hitap eden eserler de var. Oradan zaman zaman alıp okuyorum. Çeyizlerle uğraşıyorum daha çok. Şu sıralar millette görüntülü renkli cep telefonlarına düşkünlük bir arttı bir arttı ki sor ma. Fakiri zengini hatta kullan masını bilmeyen asla da öğrenemeyecek olalar dahi alıyor. Küçük ilk mektep çocuklarında dahi var. Babam yasakladı bize, Dediğine göre; günahtan ayıptan korkan edepli birinin yüzünü kızartan baştan çıkaran her çeşit ahlaksız çekim v.s ler varmış içinde. “sonumuz hayrola” diyor.
Güzel şeyler söylüyorsun benim için. Ben de senin terbiyen bilhassa ana baban komşularına ne kadar saygılı, onlara yardımcı, diğer çocuklar gibi kavga etmeyen küfretmeyen, adın gibi sakin biri olduğun için ta küçükten sana kendimi hep yakın hissettim. Ya o beni ölümcül kazadan, hayatını hiçe sayarak kurtarışın. Sana can borcumu seni mutlu ederek ödeyeceğim inşallah. Okuduğum bir kitapta;( kızlar kadınlar güven veren erkekleri aramalı onlarla nikahlanmalılar) diyor. Kadın ve erkeği yaratan sonra da bir olup birlikte nasıl mutlu olacaklarına dair kurallar koyan Rab’ba yakın oldukça mesut olur insan.Oysa çoğu kişi onlara değil de, nefsinin belirlediği kurallara göre eş seçer günümüzde. Yakışıklılık makam parlak etiket zenginlik, v.s Öyle yazıyor o profösörün kitabında.
Ben her içimden geleni konuşup yazamam burada sana. Bir gün bizi birbirimize kısmet ederse Mevla, bir erkeğin hanımı, sevdalısından duymak istediklerini bir bir der yaparım inşallah. Filim ve romanlar bu konuda edep çerçevesinde pek çok ibret ve örnekler sunarmış okuyucusunna, iyi bir eş olmak erkekleri insanları anlamak tanımak için çok okumalıymış. “Karı kocalığın da ustalık çıraklık gibi bir devresi varmış, romanları bir gözlemci olarak okumalı, Kadın ve erkekk mesut etmesi, ve olması için evlilik kültürü edinmeli”. Bu fikirleri geçenlerde okuduğum.-Sosyal Hayatta Kadın-adlı bir kitapta okudum .Bir ilahiyatçı ilim adamıydı onun da yazarı. .
Evet ben de senin şiirlerin mektupların bana olan sevginden güç alıyor umut ve dualarımla bekliyorum seni…
Nazife’n.
Kamil, kutsal bir emanet misali sevdiceğinin “seninle kaçarım” sözü ve hediye ettiği yar koku lu yemeniyi bağrına basa basa, arada bir gelen sayılı mektuplarıyla avunarak, askerlik günlerini bir bir azaltıyordu..
………………………..
O sabah Silahtarağa’daki birliğinden Pazar iznine çıkıp bir kaç arkadaşıyla Sirkeci’ye geldi, ora dan da az ilerdeki Tarihi Gülhane Parkına yürüdüler.
Yer yer heybetli asırlık çınarların gölgelediği mekanlarda yeni güzel giyimleriyle sereserpe eğle nen insanlar. Dallarda esintilerle kıpır kıpır dans eden koca yapraklar.
Yapraklar arasından sızan neş huzmeleri, Yemyeşil çemenzar üzerinde, izdivaç öncesi genç bir kızın toz pembe hayaller ve işti yakla işlediği çeyizlerini hatırlatan rengarenk çiçek tarhları. Değişik cinste süs ağaçları, ağaçlarda bibirinden hoş, iç gıcıklayıcı kuş cıvıltıları. Beri de küçücük çocuklar. Oğlanın biri binmiş aracıktaki bir Kaplan heykeline vuruyor habire! “ deeeh deh dedim sana, hadi yürüsene!”Cansız olduğunu ne bilsin, al sana ağlamalı bir yaygara (anneee bu at hiç gitmiyooo) Çevre gazinolardan yayılan müzik sesleri; kıvrak oyun havaları, arada bir gönülleri coşturan o aşk şarkıları.
Kamil, seyirden sarhoşlamışken öyle, yalnız kalmak için arkadaşlarına -siz dolaşın-, deyip çöktü oracıkta boş bir kanepeye, aldı kalemi kağıdı eline. İşte, karşıda bodur ağacın kuytusunda bir genç kız, erkek arkadaşıyla elele gözgöze bakışırlarken öyle sarılıverdiler birbirlerine! Kamil gülümsedi, Nazi bütün güzelliğiyle gözleri önüne geldi. İki örgü o uzun simsiyah saçları arasında ışıl ışıl bakan gözleri, içini aydılatan esmer güzel çehresi, o çehreye ayrı bir mana katan gamzeleri. Yoksa yanın da mıydı! Hani nerde der gibi bakında etrafına. Kalktı, az yukardaki o meşhur Tanzimat Fermanı’nın okunduğu tarihi noktaya geldi. Dikili Taş’a yaslanıp karşı Haydarpaşa, Kadıköy sahille rini seyre daldı, “Aramızda dağlar denizler var Nazim, ama olsun, az kaldı kavuşma ya” diye yazdı mektup kağıdına; Sözüne devamla; “Eğer kavuşamadan ölürsem, bil ki ötede de isteyeceğim seni Mevla’dan. An oldu bu denli ayrılık acısına dayanamayarak, keşke sevmeseydim dedim. Lakin öylesi daha da acı geldi inan. Seni hayal etmek, düşünmek bile çok güzel, hani yavan ekmek arasına et, bal, kaymak sürersin ya öylesi. Zaman yaklaştı. Yine o komşu kızı görüştürür ikimizi inşallah. Sarıp kucaklayınca bir yerlerin acırsa darılma olur mu bana. Sılada, arada bir de olsa görebilmek vardı seni, ah bir bilsen halimi, hasret bir yanda gurbet bir yanda be Nazim…”
Bu kez direk kızın kendine verilmek üzere Nazife, diye yazdı zarf üstünü, koydu cüzdanına. Saat ikindiye yaklaşıyordu. Haziran güneşi iyiden iyiye bastırmıştı. Gölgede dahi terliyordu insanlar. Az önce yanına dönen arkadaşlarından bir kaçı; “Ne duruyoruz beyler,deniz ayağımızın ucunda işte. Sarayburnu’ndan dalıp bir güzel serinlesek ya!”Demeleri üzerine hep birlik te keyifle Parkın deniz tarafındaki kapısından çıktılar. Atatürk Hey keli’ni geçip sahil boyu kayalıklar üstüne soyunup, altta dalgacıkların sürüklediği ıslak çakıl taşları üzerine oturarak birer sigara yaktılar.
Masmavi denizin serin tuzlu sularıyla ilk buluşmasıydı bu Kamil’in. Daha önce sılada mahalle çevresindeki sebze bahçeleri arasında bulunan sulama havuzlarında yüzerdi komşu çocuklarıyla. Onlar boylarını aşmayan derinlikteydi.
Kayaların eteğinde derin olmayan bir kaç metrelik alanda yüzen çocuklara baktı, daldı aralarına.“Oooh gönül ateşimi bile hafifletti sanki,” diyerek gülümsedi. Arkadaşları sahil çocukları olduğundan uzaklara açılmış el sallıyorlardı ona.
Bir zaman kenardaki küçüklerle yüzüp keyflenirken öyle, ileri üç beş kulaç atıp doğruldu. Zira bir iki yüz metre öteden çok katlı bir apartman misali dev bir yolcu Gemisi geçmekteydi. Merak hayranlıkla onu seyreder ken vapurun oluşturduğu koca bir dalganın üzerine doğru geldiğini görüp panikledi, tonlarca su onu önce havaya kaldırdı, ardından suların çekilmesiyle alabora olup azgın bir dalganın altında kaldı. Denizde savrulup dağılan arkadaşları korku dehşet içinde Kani’nin olduğu yere doğru yüzmeye çalıştı.
Ara ara su yüzüne çıkıp el salla yan Kamil’e tam yetişiyorlardı ki azgın bir dalga daha! Kurtarmak isteyenler canlarının derdinde kenara çıktık larında, Kamil artık görünmüyordu! Hepsi ağlayarak duyurabildikleri her kese bağırıp çağırmaya başladılar.
-İmdaaat, imdaaaat!
-Yetişiiiin boğulan var.
- Deniz asker arkadaşımızı yuttuuu!
Sahil boyunda duyan, asvaltta seyir halindeki arabalardan inenlerden (asker ölmesin) diye süratle denize
atlayanlar oldu, bulamadılar. Kamil yoktu!
Herkesin gözü alt üst olurcasına fokurdayan sularda, Kamil, yoktu. Yok. Nasıl olur. Nasıl olur Allah’ım,
nasıl diye diye sağa sola koştu ağlaştı bir zaman arkadaşları.
Polis, dalgıç, Ambulans, arama… Bulunamadı!
İst. Silahtara Zırhlı Piyade Tugayı’ndan Çorum’lu Memed oğlu er Kamil Kul Pazar izninde Sarayburnu açıkarında denizde kaybolmuştur. Diye kayda geçti.
Gece ve ertesi gün şiddetli lodosa rağmen aramaya ara verilmeden devam edilse de netice alınamadı. Gün ler ardından, Poyraz Köy açıklarında Kamil’in olduğu sanılan Boğazdan geçen bir vapurun belki de pervane darbesiyle gögüsten yukarısı parçalanan bir cesete rastlandı. Kan gurubu ona uyuyordu.
Günler ardından memleketindeki ailesine durumu bildirmekle görevli bölük komutanı Üs teğmen, giysileri içinden çıkan sevgiliye son mektubunu gözyaşlarıyla okuduktan sonra, askerin ailesine değil, zarf üzerinde adı yazılı kızın bizzat kendisi ne verilmes
ini buyurdu. Bunu askerine vefa borcu bildi, öyle emretti.
İki yıla yaklaşan hasret, gurbet çaprazında yanıp tu tuşan Kamil’in varamadığı yarine mektubu ulaşacaktı!
Gidene mi yanmalıydı, kalana mı, kimse bilemedi, Bilemedi kimse…
Ailenin hele de annesinin muhalefetine rağmen Kamil’i için kaçmayı dahi göze alıp, asker yolu bekleyen Nazife’in, gelen kara haberle kolu, kanadı, umudu kırıldı, neyi varsa hepsi denize, suya düştü. Yemeden içmeden kesildi, sarardı soldu. Kamil’in aklını baştan alan o güzellikten eser kalmadı. “Ölem, beni ötede bekliyor” dedi ölemedi: Hoca torunu olarak, kendi canına kıymanın büyük günah olduğunu bildiğinden intihar edemedi. Kadere rıza Allah emriydi
Rüzgar acı esiyordu yaşamak işkenceydi, sabretti.
AYLAR SONRA
Aradan geçen aylar arttıkça, kızcağızı seven komşu ve akarabaları, zaman zaman ölenle ölünmeyeceği taliplerinden birine, “he” demesi gerektiğini söyledilerse de kar etmedi. En son babası onu karşısına alıp yalva rırcasına konuşmaya başladı.
Baba- Bak kızım sen bizim tek çocuğumuzsun. Bu günlerde biz varız yanında, lakin yarın biz ölünce bir başına yalnız çaresiz kalırsın. Yaşlandığın hastalandığında halin nola?. Bir kocan olursa bakar sana, kendine acımıyorsan bize acı, bak annen sana mahcubiyetinden karşına geçip tek kelime edemiyor. Lütfen gözü açık gitmemize müsaade…
Nazife, sessiz sakin dinlerken öyle, birden hiddetle ayağa fırladı!
Nazife-Yeter baba! Hep itaat ettim sana, senin öğrettiğin edeple. Ama yeter artık, tek bir kelam daha edersen korkarım haddimi aşar gönlünü kırarım bilmiş ol!..Anamın katılığına hep sessiz kaldın, vermedin beni sevdiğime. Belki karımın topal kalmasına sebep oldu, diye kin bağladın ona. Size ne yaptı? Arsız, ahlaksız yok sa tembel miydi? Say ki sen zenginsin o yoksul, fakirlik ayıp mıydı. Sen de zamanla kalkın madın mı. Anası babası, safça Allahlık dedin hor baktın, hoca babaannem böyle mi öğretti sana? .Gözü açık gitmeyelim diyorsun, ben gözü açık gireceğim baba kara toprağa, uğraşma boşuna, benden karı olmaz başka bir civana. Ben kızlığımla gideceğim ona…
GORONA BELASI
Bu yeni yılla birlikte Çin’de ortaya çıkan çok öldürücü bir virusün bütün dünyaya hızla yayıldığı hak kında bir şayia dolaşmaya başladı ortalıkta. Radyo, gazete mecmua, televizyon, ev çarşı , cami avlularında hep aynı vaveyla.Bakın işte kent merkezindeki Ulu Camii Bahçesi’nde namaza hazırlanan köylü esnaf memur, çırak usta her sınıftan insan Corona’yı konuşmakta.
Biri-(sansasyon peşinde, bıçkın) Geliyormuş Corona, geliyor ha!
Diğeri-(işin şakasında)Yakalanan gidiyormuş valla!
Öteki-(korkak panik atakta) Amaniiin!
Terzi çırağı-İnsanlar birbirinden kaçıyormuş dayı!
Yaşlı köylü!-(teslimkar) Kısmet buraya kadarmış demek.
Sucu sağır Halil beride abdest alan emekli öğretmene sorar;
Sucu-Gelen neymiş efendi? Ankaradan büyükler mi. İrfan Hocam?
İrfan, konuşkan şakacı güzel insan, Terzi Kamil’in mahdumu, İrfanda babası gibi gırgır şamata çoook:
İrfan-Yahu ustam şimdi mevzuyu ben, senin o özürlü kulağıına nasıl aktaram. Çin’den kalkmış bu tarafa doğru tuttuğunu yatıran,yatırdığını daha da kaldırmayan bir mekrof geliyormuş senin anlayacağın. Azrail’in emmisi, Onbinlerce insan öldürmüş doymamış, her milletin tadına baknış bir de Türkiye’yi yoklayım diyesiymiş.
Sağır Halil-O nasıl söz öyle, seyyah mı turist mi bu, diyar diyar gezecek! Laf değil seninki ebem şaaptı bez geti! Azrail’in emmisi dayısı mı olur? Kalkıp gelmez ki o. Canını alacağının yanında anında biter, bileti öbür tarafa keser, Bitti. Dedim ya laf değil sizinki..Varam ben gireyim de içeri, vaaz dinleyeyim bir iki..
Beride siyah çember sakallı, başında külahı andıran takyası, sırtında yaz ortası cübbe misali pardesüyle dindar bir delikanlı, konuşulanlara kulak verip dinledikten sonra;
Delikanlı-Yağar elbet üstümüze Corona da , ateş de valla. Az evvel kışla altındaki Alış veriş Merkezi’nde gözlerimle gördüm, süslü iki ateşli genç kadın mağaza aralarındaki bir kuytuda dudak dudağa öpüşüyorlardı! Ben mi yanlış gördüm yanaktan öpüyorladı da .dedim, gözlerimi ovalayıp tekrar baktım, yanılmamışım.
Çarşıdaki bıçakcı esnafından orta yaş kalfa;
- Anam bacım olsunlar da, iyi günde değiliz valla. Başmıza gelen musibetler hep edepten güzelden doğrudan uzaklaşmamızdan. Bunların ana babası “günah evladım” diye hiç uyarmaz mı? Sade onlar mı, fırsatçı haram kazanç peşindeki iş adamı, çarşı Pazar satıcısı , adam kayırmacı tor pilci siyasi. Kadın denen kutsalı ezen, taciz eden, öldüren, caydırıcı ceza almayan alçak takımı. Tüm olup biten olumsuzluklara susan, bana ne diyen lafa gelince mangalda kül bırakmayan o iki yüzlü hödük takımı.
Gülerek yaklaşan yaşlıca bir terzi .
-Mahremiyet, haram, günah yok san ki! Şimdiki genç erkekler melek billahi. Ya şu yırtık pantolon modası yok mu. Evvel sökük yırtık diker para kazanırdık. Yırtık modası ekmeğimizi de ufalttı. Hürriyetmiş. Yahu adı üstünde yırtık, hiç pırtıktan moda olur mu. Bu zamanelerin işi bırrık cırrık valla.
Cami avlu çıkışındaki bir emekçi Kıraathanesinde, sözlerinden sosyal demokrat oldukları anlaşılan bir başka gurupda yine Gorona;
Turgay-Dostlar dünyanın başına musallat olan bu Corona var ya, her zaman olduğu gibi egemen güçlerin dünya güç dengesini ellerinde tutmak için yarattıkları bir tertip seneryo.
Özgür- arkadaşım, bir komplo teorisi mi yani?
Turgay-Açık değil mi? Düşünsenize bu geberesi Çin Milleti şimdiye kadar yarasa yemiyor muydu, geçen zaman içinde Corona’ ya yakalanmıyorlardı da neden şimdi?
Savaş-Sadece bu değil, dünyada Bil Gess gibi aşırı servet sahibi öyle kapitalistler var ki, oluşturdukları komplolarla dünyada önemli bir nüfusu yok edip, daha rahat yaşıyacakları yeni bir düzeni kurmak istiyorlar
Dedik ya akıl almaz komDemin beri yan masadan konuşulanlara kulak kabartıp enteresan konuşmalrı dinleyen Hacı Sıddık İrfan Hocayla birlikte sandalyesini guruba doğru çekti. Müsade alıp konuşmaya başladı ; Ha Sıd-Selam dostlar, Demin beri Gorona dolayısıyla dünyanın genel gidişatı ile ilgili sohbetiniz bayağı etkiledi beni. Perde arkası derin devlet stili tertipler ve birtakım çılgınların tüm insanlığa hükmetme ihtirası…
Söylediklerinizin bir kısmı varsayım olsa da anlamlı ve yararlı..Sağduyulu her insan hele de mazlumlar, bunları duyup öğrendiklerinde korkup paniklememeleri imkansız, ama şunu da gözardı etmemeli; Allah’a samimi imanı olanlar bilmeli ki, mataryalist felsefeleriyle, Allah yokmuşçasına dünyaya nefislerince nizam vermek isteyenlerin karşısında bir de Kainatın yegane hakimi olan Allah’ın Kutsal Kitabı Kur’anı Kerimde ayetle ifşa ettiği gibi kendisinin de onu tanımayanlara karşı kurduğu tuzakları komploları vardır. Zamanı gelince devreye sokar . Zira, O’nun verdiği bir müjdeye göre, inananlara korku yoktur, o haddini aşan kafirlerin tuzak ve hilelerini başlarına çalar, kimse korkmaya. Buna en güzel inanan ve yaşayan müslüman Türk milletidir. Ondandır ki, asırlar boyu kendisinden katbe kat kalabalık, güçlü ordulara galip gelmiş varlığını korumuştur evvelAllah. İşte Bedir Savaşı, Malazgirt Meydan Muharebesi, Çanakkale Harbi, İstiklal Savaşı, Kutul Amare, en son 15 Temmuz ihanetinde olduğu gibi bir avuç iman ehli kendini yutacak kadar çok ve güçlü orduları mağlup etmiştir. İstikbal, zafer ve de Cennet bilelimki inananların, yaratılanı gavur olsun islam olsun yaratandan dolayı seven sahip çıkanlarındır, insanlara merhamet adaletle muamele edenlerindir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, millet, hükümetiyle bu mimval üzeredir. Bu vasfıyla dünyada
Sohbete dinleyici olan genç bir amele, hayret ve şaşkınlık içinde
Amele-Vay anasını be! ortaya çıktığından bu güne yüzbinerce insan öldüren virus birilerinin gizli silahı, tuzağı olabiliyor ha!
Savaş-Ne sanıyordun Din’le hamasetle uyutulan yoldaş..
Hacı Sıddık-(İmalı tebessümle) Dedik ya yoldaş, beis yok. Bize düşen ekonomi, silah sanayı, sosyal devlet uygulamaları adalet, sağlık , ulaşım ve bilhassa milli manevi değerlere bağlı talim terbiyede esaslı reformlarla kendimize yeter bir devlet olmaktır.
…………………..
Kentlerin köyden aşırı göç alan dış kenar mahallelerinde korku, panik, dehşet, hiddet karışığı Corona üzerine daha ne seneryo ne dedikodular.
İşte Çorum şehri’nin Namazgah cihetindeki Tomak’ın Kahve; Masalarda Dörder beşer oturmuş az bilip çok konuşanlar. Siyaset, iş, geçim defterlerini dürmüşler varsa yoksa Corona köpürtme, çay höpürdetme. Ocak berisinde tam pişpiriğe başlayacakken bir gurup kişi, terzi Pire Ahmet girer içeri. Haykırır suçüstü yapan bir komiser misali;
Pire-Sakın ha, durun, çekin ellerinizi kağıtlardan, cıss cıs!
Kambur Dursun-Niye lan?
Pire-Yahu birbirinizin katili olacaksınız elleham.
Harmancıklı Niyazi-Noldu oğlum yine? Yahu şu pis kadri’ye, deli Kadiriye’ye mi gideceksin git de, sen de kurtul biz de şu pirelenmelerinden. Tek masrafını da biz çekelim
Pire-Ne biti piresi yahu, duymadınız herhalde? Alamanya’da 2 si bizim akrabalardan üç işçi hafta tatilinde virüsün en fazla can aldığı İtalya’ya gitmişler, dönüşte göçmüşler öbür tarafa!
Bahri Hafız-Vakti gelen gider, göçer yaşlı genç demez ki, ne var bunda?
Pire-Yok öyle değil muhterem, sen git, şu mevsimde; İtalyan usulü sıpaeti yiyelim gondollara binelim, İtalya fıstıklarıyla eğlenelim diye. Gondollarda Gorona ya tutulmuşlar, üç gün sonra da hepsinde bir öksürük, bir ateş, nefes darlığı derken……
Beri masada meraklı Hamdi, sırtındaki eskici çuvalını Masaya bıraktıktan sonra, laf arasına girer;
Hamdi-Ne diyorsun oğlum sen, herif sıpa eti yemeye ta İtalya’ya niye gitsin ki, yok mu her memlekette? Aha bizim burada mesela, in Tuğla kiremit Ocakalarından aşağı, kaçak kesicilerden al yiyebildiğin kadar.
Bahri Hafız.-Nereden çıkardın sıpa etini bire cahil, sıpa eti değil, sıpa getti.
Hamdi-Sıpa nere getti ?
Ocakçı-Ula sıpa nere gider, ya ahıra ya çayıra Allah’ın kabağı!
Meraklı-Yahu, nere gederse getsin baba çıkasıca, benim üç gurbetçi garibim, İtalyan güzeli matmazel Gorona aşkına alıp başlarını gitmişler tahtalıya ? Ölümüne sevmişler demekki kızı. Yalnız benim anlamadığım bir şey var; üçü de mi, Gondolda Goronaya vurulmuşlar?. Hani hepsi aynı sebepten ölmüş ya. Emme de ateşli kadınmış ha. Üçünü de tutuşturup mezara sokmuş yosma! Eee bizimkilerde de suç amma, senin memleketinde göğsü imanlı Hatçe’n Zeynep’inle helalinden izdivaç varken ne işin var elin gavur garısıylan? Haraaam,. Tövbe tövbe..
Ocakçı Şakir-Lan meraklı sen ne saçmalıyorsun hangi otkakta yayılon oğlum. Lafı kesip araya girdin ve de mevzunun içine ettin!. Adam şu salgından, Gorona virtözden hastalığından laf ediyo, sen elin gavur kızıyla halvet oluyorsun! Madem anlaman kıt, kafan basmıyor sus bari sus, her salataya limon olma.
Ocakçı Şakir, Pire Ahmet’e döner özür diler.
Ocakçı-Yahu, Meraklı adına özür dilerim, lafını yarıda koydu , lütfen devam et uzatmadan bitir.
Pire Ahmet-Yani demem o ki; bilim adamlarının dediğine göre bu Corona insandan insana bulaşırrmş, dikkat edin birbirtinizden uzak durum sık sık ellerinizi sabunlayın. maske takın. Bakın bizim Alamancılara, gömene götürene virös bulaşır diye ölüsünü bile vermemişler yak mışlar mı ne etmişler!
Hamdi-Nasıl yani?
Pire- Bence herkese şüpheyle bakın, hatta birbirinizden kaçın!
Hamal İbraam-Lan git, benim cahil kafamı karıştırma daha fazla. Getir haşa huzurdan donunu gömleğini neyin varsa, da aha şu fakir halimle yengene yıkatayım. Sonra da Paşahamamı’nda tellak Gara Balağa teslim ede yim seni, derini yüzercesine bir güzel keselesin de, sen de kurtul biz de kurtulalım şu pirelenmelerinden. Senin ki takıntı oğlum, pireler sarmış senin ruhun bedenin her yerini…
Masalardan kahkahalar.
Tuğlacı Sayit-Yalnız yaşıyor ya, kafayı bozmuş zavallım temizliğe, terzilikten para kazansa da temizce derleyip toplayanı yok..
Deve Rumi, karşı masada çay simit tıkıştırırken,
Deve-Şu terziyi evlendirecek bir avrat bulamadınız ya koca Çorumda, yazık size.
Hamdi- Nerde babam şu zamanda, dul kadın turfanda, taze gelinden de pahada.. Bilezik istiyo para istiyo, cici bici mobilya dahası üzerine apartuman dairesi istiyo. Sankim cilve kutusu cana can katan can otu köpoğlusu!
Deve Rumi-O ne biçim laf la? Hayata, hayat katan hayat kadını mı bu! Vay yavrum vay. Varsa öyle biri bi tane de bana yolla
Hamal- Tövbe de Nuri Baba, yaşın gelmiş üç otuza, teneşirde hortlayan o pir-i fani misali, hala gözün ateşli avratlarda!
İKİ Ay Sonra
Nazife’nin Annesi-5gündür kendinde değil böyle. Yatağa düşmeden 10 gün evvel “Kabeyi gördüm düşümde, ille de Umreden dönen Cemile teyzeye gidelim” diye tutturdu. onu bize davet ettik, geldi. “Kabe kokuyorsun oooh, ” diye kadını koklayıp koklayıp içine çekti. Dört beş gün sonar nefes dar lığı öksürük ateş.
Hoca Babanne, zemzemi pamuğa damlatıp kuruyan dudaklarına sürdü .Halası şaşkınlık ve üzüntüden huzur bulur, diye beride ki aynalı ceviz sandıktan çıkardığı rengarenk çeyizlerinden bir kaçını kızın üzerine serdi,
Sabah evden ayrıldığından beri aklı fikri kızında kalan babası öğle olmadan daha fazla işyerinde duramayıp eve geldi.Hastayı bıraktığından daha zorda görünce hemen Ambulansı aradı.
Hastanede tedkik, çekim, tahliller sonunda Virüs teşhisiyle derhal yoğun bakıma alındı. Diğerleri karantinaya…
ON BEŞ GÜN SONRA..
Çaygeçeli Halime, doğup büyüdüğü Paşa Hamamı aşağısındaki eski mahallesinden geçerken kapı eşiğinde çocukluk arkadaşı Dudu ’ya rastladı. Oturup şuradan buradan laflarken Dudu, derin bir göğüs geçir dikten sonra;
Dudu-Aaah ah kardeşlik, duydun mu olanları, duydun mu? 15 Gün içinde gencecik kız eriyip aktı! Al yeşil görmeden ölümün eşiğinde zavallı. “Kaç gündür sadece kuru bir soluk var” diyorlar.
Halime- Vah vah! çok yakınınız mıydı?
Dudu-Yok kız, şu senin pek sevdiğin karşı kapıdan Taçlı Hocalar’ın torunu Nazife var ya
Der demez Halime, acıdan ciğeri yanarcasına;.
Halime-Ne diyon kız anam sen, vallahi inanamam!
Dudu-İnsanın aklı almıyor değil mi?
Halime bağırıp döğünerek;
Halime-Gitti gül gibi melek yavruuum gittiii, akça gelinlikler giymeden gitti!
Yoldan geçen eli bastonlu bir ihtiyar;
Yaşlı-Ne şaşarsın bire kadın, gelen gide elbette.
Halime-Bu çok gençtiii hay babaaam, Kınalı keklik kınalı kekliiik!.
İhtiyar-Nee, keklik miii? Vara varası bir keklik ha, yine eşleşir erkekle dişi, al sana bir sürü yumurta.
Halime-Sen ne diyorsun edepsiz koca. Ne çiftleşmesi. alırım şimdi elindeki bastonu, ihtiyar mihtiyar demem valla!
Adam, kadının çıkımından korkup yürüdü söylene söylene;
İhtiyar-Yahu keklik dediğin çiftleşir elbette. Bunun gariplik neresinde!
Halime döğünmeye devamla;
Halime-Daha az bir zaman evvel, aha buradan geçerken her zaman olduğu gibi minder serip oturttuydu beni, elimi öpüp, halımı hatırımı sorduydu…Nasıl trafik kazası falan mııı?
Dudu-Yok, Umreden gelen bir yakınından gorona kapmış,, kimi Pendemi diyor,. Doktorlar umudu kesmiş. Arada bir “ölmek istiyorum ölmek istiyorum” diye sayıklıyormuş! Bazı bazı da “Kamil, babam vermese ben sana kaçarım dedim ya, geliyorum işte, geliyorum aha” diye inliyormuş. Yavruuum yavrum, sabaha çıkmaz diyorlar hey bacım. Aah katil Gorona ah!
Halime-Ne boranası? Yoğurtlu sarmısaklı suda pişmiş yumurta, üstüne salça, nane, mis gibi kızarnış tereyağ, niye öldürsün ki kızı, zehirlenmiş mi yoğsa?
Dudu-O değil Çinde mi Maçinde mi türemiş bir mekrof (mikrop) varmış. Adı Gorona lağabı (soyadı) Vürüs’ müş. Bir rivayete göre de gece kuşu haa, Yarasa yemişler, ondan bulaşmış çekik gözlülere. Dışardan gelen gidenlerle de her bir memlekete enfekte, Anlayacağın tüm dünyaya Pendemi
Halime-Ne sende mi?
Dudu –Ne diyon kız sen, ne bende mi?
Halime-Demin dedinya anam, ne alaka perdesi çarşafı
Dudu- Sus araya laf karıştırma.Bize daha gelmedi diyorlar amma gelirsede tüm kentlere karantina. Yani bana bulşmasın diye herkes birbirinden kaçacak uzaklara! …
Halime-Nasıl yani, kimde olduğu nice anlaşılıp da kaçılacak? Kız, demin beri söylediklerinden bir şey anla dıysam Arap olayım fışkı! Dediklerinin yarısından çoğu gavurca. Sahi benim bildiğime göre sen ilk mektep yüzü bile görmedin, nasıl olur da ecnebice laf eden bana?.Yoksa üç otuzundan sonra, tırnakları oceli, süslü sosyete karıları gibi yabancı dil kurslarına mı gittin? Kimde olduğunu nasıl anlayıp da kaçacağız birbirimizden?
Dudu-Bilinmediği için ya zaten pisin zoru.Adı üstünde yarasa, Ya var sa meselesi. Aha şimdi sen benimle bir saattir yüzyüze, etrafa nefes tükrük saça saça konuşuyorsun mesela, bulaştırdın belki bana da! Zira laf arasında” sabah, terminalden yolcu uğurladım” dedin.Ya orada sırtı çantalı, kıllı, çıplak bacaklı goronalı turist bir herife dokunduysan.
Halime-(Birden tacize uğramış, namusuna dil uzatılmışçasına) Tövbe de bacım o nasıl söz öyle, ne işim olur benim elin gavur namahremiyle?
Dudu-Dinle beni, sen az evvel “ şu yaştan sonra açık saçık havalı sosyete karıları gibi gavurca konuşmaya özenip yabancı dil kurslarına mı gittin. Benim bildiğim, sen ilk mektep yüzü bile görmedin”diye namert hançeri misali laf soktun bana! Anlamadım sanma. Söyler misin Halime Hanimefendiciğim, siz hangi fakülte’yi bitirdiniz? Şimdi sen cevap ver bana, bu hastalık nerede doğdu, Çin’de değil mi. peki Çin gavur memleketi değil mi? Gavur…Eee adı da ne olur, gavurca tabii. Anladın mı şimdi?..
Halime- ( mahcup) Dur be kız, hemen de celallenme. Öyle ya Yozgat’ın Bozok Yaylası, Malazgirt Ovasından çıkmadı ki; Balaban, Toraman olsun adı cenabetin..
İki kadın kapı önünde konuşurlarken öyle, üst kattan Karaca köylü Hasene seslendi boğuk sesle;
Hasene -Aman ne cesaret sizinki de anam, eliniz ağzınız açık, ecelinize susadınız elleham! Görmüyor duymuyor musunuz ayol, her yere yayılıyormuş, yakaladığını şaapıyormuş Corona
Halime-Çorum’a mı, nolmuş Çorum’a?
Hasene-Çorum’a demiyorum hatun Corona, yani virus, virüsten neden kaçmıyor sunuz?.
Halime- Bacım şurada iki kadın, başımızda eşarp, yazma, yanımızda namahrem de yok, birbirimizden kaçacak, çarşaf örtünecek değilizya;
Hasene-İşte Virüsün aradığı tam da bu. İnsanlar yanyana gelsin ki.. Dudu nine kim bu teyze? Dünyadan haberi yok,. ayakta uyuyup otele para verenlerden! Sen kafası çalışan gazete okumasa da dinleyen, televizyondan haberleri izleyen bir kadınsın, anlat ona, yoksa ölüp gidecek boşu boşuna zavallım
Halime-Olmayan kızım yerine koymuşdum Nazife’mi., Bazan aha burada rastlaştıkça, benim deli kocam, hasta oğlumdan derdimi döker rahatlardım. Gözlerimin içine bakarak beni dinler, benimle ağlar, teslli ederdi. Ziyaretine gitsem miki..
Dudu-Sakın haa! Yasak. Yoğun bakım odasına girmeyi bırak, hastane kapısından dahi içeri almıyorlarmış,.Ana baba ve ebesi de ayn binada karantinadalarmış. Kontrol altında yani…
………………………
Kentin sokakları çarşı, pazarda henüz Gorona yasağı başlamadan, Televizyonlar kafir ülkelerinde sıkça ölümler, suya sabuna sık dokunma, çabuk çabuk yıkanma, el temizliği kolonya kullanımı tavsiyeleri, üstüne üstlük bir de dışarı çıkma yasağı konulabilir şayiaları yayıldıkça çalka landı Çorum şehri. Pire Memede taş çıkartırcasına herkes panikleyip, markete bakkala saldırdı.
………………………..
Corona neler getirmedi ki memlekete, hayata. Aynı apartmanda yıllarca oturup da, birbirlerine Allah’ın selamını dahi vermeyenler, günaydın demeyenler, kapı eşiğindeki ölüm korkusundan, rastlaştıkça bir şeyler söylemeye başladılar. Bakın işte;
Ali Komşu-Ne olacak bu işin sonu, pardon adınız neydi?
DiğerKomşu-Veli oğlu Hasan.
Soran komşu gülümsedi.
Ali-Bu biraz askerde künye tekmiline benzedi. Güldürdünüz beni.
Evet ben de neşelendirmek için dedim zati.
Ali-Komşuluk neşedir demek mi istiyorsunuz?
Hasan-Öyle değil mi? Biliyor musunuz, geçen akşam geç vakit canım öyle bir köfte piyaz istedi ki sormayın, yemesem öleceğim sanki! Dolapta köfte vardı. Sağolsun hanım hazırladı, sofra da her şey tamam derken, kızım limon yok demez mi! Piyaz da limonsuz yenmez ki..
. İştaham kaçtı ertesi akşama bıraktık.
Ali-Bakın çocukluğum geldi şimdi hatırıma.
Hasan-Nasıl?
Ali-Hemen çalar bir kapıyı isterdik komşudan.
Hasan-Ne bileyim, kaç yıldır oturduğum şu koca apartmanda çekinmeden kapısını çalıp da limon isteyecek tek bir kişi gelmedi hatırıma.
Ali-Hatır gönül alıverişi yapmıyoruz da ondan. Şu ileri yaşta beni en çok düşündürüp şaşırtan çözemediğim bir problem ne biliyor musunuz?
Hasan-Ne?
Ali-İnsanların birbirini sevmemeleri, daha da fecisi ebeveynlerin, çocuk ve torunlarını gerçekten sevmemeleri! Bunun farkında bile değil ekserisi! Seviyor musunuz? Diye sorsanız; DELİ Mİ NE! diye yüzünüze bakarlar aval aval.
Hasan-Nasıl yani? İnsan, hele de kanından canından olanı sevmez mi, sizinki çılgın bir iddia!
Ali- Peki, çocuğu sevmek, ona sevmeyi sevdirmeyi öğretmek onlara örnek olmak değil midir?. Seven ne yapar? Arar sorar birbiriyle yanyana gelir, korur mutlu eder sevdiğini. Hani günümüzde, kapılarını çalmayı bırak ad ve soyadlarını bilmez çoğu bitişiktekilerin. Peki Mevla, Kuran-ı Kerim’inde ne diyor bu konuda?
”Birbirinizi sevmedikçe bana gerçekten iman etmiş olamazsınız .Cennet’e giremezsiniz”
Eee, biz komşu akrabaları arkadaşlarımızı geçekten sevsek onlara gider gelir yardımlaşırız. Zira sevmek korumak ,paylaşmak değil midir?.Hani? . Sokaklar ve bebeler yetim, öksüz, yalnız sayemizde. Onun için kimse “çoçuğum, torunumun delisiyim, aşkım aşkım, bi tanem!” demesin.Hal böyleyken bir de şu “KENDİNE İYİ BAK “ lafı yok mu! Hadi oradan! Dudakta kalmış kalbe inmemiş kuru içi boş bir kelam.. Adamı gerçekten sevmiyor, yardımında, dert paylaşmasında bulunlmuyorsun, kendine baksa ne olacak bakmasa sana ne..Şu , Allah’ın başımıza sardığı GORONA ile“Ey insanlar, kendinize gelin, emrettiğim gibi yaşayın” demeye getiri yor, bizce!, Öyle algılıyoruz naçizane. Bu ilahi bir uyarı. Evet yaşadığımız bu korkunç musibetin bir tıbbi birde manevi boyutu var dostum. Amerikası Avrupası, mazlumların yurduna canına göz dikmeden korksa geri çekilse, kendine gelse –Gorona Virüs- bizi islah birbirimizden kopuşumuzu Allah yolundan uzaklaşmamızı tedavi etse . Keşke, keşke… .
.. Hasan-Öyle.Tarihte bir çok yoldan çıkmış kavimleri çeşitli felaketlerle helak etmiş Tanrı. Gorona Virüs bizce de öyle bir uyarı demek istiyorsunuz. Temenniniz çok güzel. Amin bizce de..
CORONA DA EVLİLİK PATLAMASI ……………………….
Kale önü eski Göçmen mahallesinde Çemenci Nazike, bahçesinde Çarşamba pazarına çemen karıyordu. Yayılan baharat kokusu açık komşu pencerelerden içeri sinince seslendi bir kaçı;
Hayriye-Huu Nazikeee! Sabah sabah mis gibi kokutup bizim iştahları dev ettin yine, göz komşu hakkı yok mu biraz gönder de. iki yumurta kırıp yiyelim yufka ekmek dürümüyle…
Nazike-Yeşil soğan da yatırın kız üstüne, tavşan kanı çayla pek gözel gider.
Yan diğer iki komşu Demirci’nin İkbal ileTopçu’nun Güllü pencereleri açıp haylar;
-Bize yok mu gız anam, bu koku baştan çıkarıyor insanı.
Hayriye-(Nazike’ye) Sen onu bol bolamat karıyorsun da, yakında çarşı pazar yasaklanabilir deniyor, kime satacan?
Nazike-Bebekler mektebe gittiyse gelin de birlikte kahvaltı edelim komşular. Hem de dertleşiriz biraz. Ama ikişer de yumurta getirin bizde kalmamış da.
Az sonra dört sözü bol hanım sofra başında;
Nazike-Kafam pek dumanlı kızlar şu sıra, bir de şu can alan Corona denen baba çıkasıca varya, derdime dert kattı valla.
Güllü-Niye kız nasıl olsa ölmeyecek miyiz?
Nazike-Ölmekten korkan kim, tek bir oğlumun düğününü edip mürüvvetini göremeden gözüm açık gidece ğim de ona yanarım!
İkbal-Ee bekleyip ertelemeyin siz de,
Nazike-Söylemesi kolay. Gel sen onu bizim cimri, similik herife anlat. “Herşey pahalı, para var mı” der durur senelerce. Aha dün doğan bebeler evlenecek. İşte şu bizim karşı çıkmazdaki Düttürü Raziye… Geçen karşılaştığımda”norüyon şu sıralar ortalıkta pek görün müyorsun” dediğimde, ne dese beğenirsiniz? “Onyedisine yeni basan Dursun’uma kız ararım” demez mi.Bacım bence daha erken” dediğimde;
Raziye-Amaan ne yapayım Nazim, şu sıralar fazla kilolandım zor geliyor artık ev işleri bana, gelsin gelin bizimle otursun, sırtımdaki yükü alsın, hemi de benim kontrolümde büyüsün. Amaan bir daha mı geleceğim kız şu yalan dünyaya..
Nazike-Ardından da beni ima edip, laf sokarcasına ” birileri gibi üç otuzuna kadar evlat bekletecek değilim ya”, demez mi!.Haklııı, yahu bu bizim Elvan, ta askere gitmeden nişanlandı. İki yıl vatan görevi, beş de geleli oldu, etti mi yedi, yavrum tohuma kaçacak vallahi.
İkbal-Yahu senin işin de zor valla yenge, söyleyim benim herife de, İğdeci’nin Erkan’la Sevda’nın Ayhan ağabeyi de alsın, şu sıkı İsmail’in ümüğünü bir sıksınlar. İkisi de iş bitiren adamdır. Hele Ayhan Ağabey el attımı bir işe sen onu olmuş bil. Ne bu yahu çingeneler bile evleniyo çala çırpa da olsa ..
Nazike-Keşke emme, bizim oğlan iyi terbiyeli de (kadınlara eğilerek yavaş sesle) biraz şabanca bir tip salakça, dayısına değil de halasına çekmiş halasına. Neyse geçen hobba arkadaşının biri (senin yerinde olsam gaçırırdım valla) diye gaz vermiş de gayretlendi biraz canı sağolasıca.
Güllü-Eyi söylüyorsunuz da komşular dün gece televizyonda geç vakit dinlediğim havadis te (başındaki eşarpı yüzüne kapatıp gülmesini gizleyerek) utanıyom valla söyemeye, diyerek cilveyle omuz silkti.
Hayriye-Ne gız, şurada kadın kadınayık, çocuk yok, kaynana yok berimizde, hadi çatlatma söyle.
İkbal- Kız ayıp bir şey mi (tebessüm ederek)Allah canını almasın emi.
Güllü- Haberlerde konuşanın dediğine gore; Çin’de, İtalya’da hükümet yakın teması yasakla mış!
Nazike–Eee?
Güllü- Kocalar karılara, kedinin ciğere baktığı gibi uzaktan bakacakmış! Herkes birbirinden üç adım uzak duracakmış. Ola ki Türkiye’de de aynı yasak konulursa Eee?
Nazike elindeki dürümü çayı bırakıp hemencecik yaktığı ağıdı yanık sesiyle haykırmaya başladı;
Ne yani sen diyorsun kiiii-
Senin oğlan evlense de
Karı koca olamayacak öyle mi.
Öyle mi de öylemiiiii!
Vaaay benim kara yazılı başım
kem talihim, Kem talihiiim-
Peki benim yıllardır beklediğim,
Torun torba nolacak şimdiii
Güllü-Yahu sen ne yap yap bir hafta on gün içinde kızla oğlanı bir araya getir, (fıkırdayarak) gerisi gelir. Beni ileri geri söyletme, bin dalına herifin bizimkilerde bastırdı mı tamam. Hadi kalkalım herkesin işi gücü var.
Nazike-Nasıl olacak bu, yıllardır oldu mu ki, kız tarafı anlı şanlı düğün, ziynet der, bizim sıkı İsmail paraya kıyamaz vara yoğa israf der.
İkbal- Gün doğmadan neler doğar kız, bak dünkü gece haberlerinde neler duydum; Anadolu’nun 60 kasaba 177 köyünde kız babaları Corona korkusundan eşya mobilya, altın, ağırlıktan vazgeçmiş, alın götürün, diyesiy miş,
Nazike- Ne alaka?
Topçu-Olura virüsten ölürsek gözümüz açık gitmeyelim, evliliği zorlaştınız diye Rabbın azabını üzerimize çekmeyelim, gençler tezden evlensinler diye.
Nazike ellerini havaya kaldırarak(Yarabbi, bizim dünürle benim cimri herife de ilham ver ne olur, ne olur.
KAMİL NEREDE
Beykoz Koru başı, Kundura Fabrikası karşısı; Bahçe içinde Osmanlı’dan kalma devrinin tüm mimari özelliklerini yansıtan kafesli, cumbalı iki katlı küçük bir konak. Zaman içinde her ne kadar bakım ve onarımdan yoksun kalmışsa da,- evvel Allah dimdik ayaktayım- der gibi dingin canlı hala. Üst katın yol cephesindeki ahşap işlemeli balkonu, sıyırmalı pencereleri boyunca, kırmızı toprak saksılarda; kasımpatı, fesleğen, karanfiller, elvan elvan sardunyalar, çilli begonya, küpe çiçeği, akşamları mest edici parfüm kokularıyla ortalığı saran kalın yapraklı mum çiçeği, sarmaşıklar, balkonun iki yanında tavana iple tutturulmuş, görene çocukluğunu hatırlatan kırmızı lacivert akşam sefaları. Ya o küçücükken hem tedirgin hem de cesurane alt üst çenelerinden tutup (ham hummm diye) açıp kapadığımız Arslan ağızları.
…………………………………………………………………..
Sabah erken. Ter ü taze yeni bir günü müjdeler gibi gülümseyen güneşin ilk ışıkları, denizin yeşil, mavi sularında hareleniyor. Sahil boyu kumsalında mini dalgacıkların gel gitleriyle oynaşan şıkır şıkır irili uafaklı çakıl taşları, lıkır lıkır su çağıltıları, henüz göğe ağmamış yerdeki güvercin ve martıların kanat sesleri, boğuk ötüşleri.
Kenarda iyice eğilip suya baktığınızda süs havuzlarındaki gibi irili ufaklı balık kaynıyor adeta.Tam da o anda karşınızda bir karabatak, o küçücük sevimli başını şıpır şıpır bir kaç kez çarşaf misali deryaya sokup çıkardık tan sonra, kafa üstü dalıveriyor suya! Siz aha oradan, yok yok şuradan çıkacak diye beklerken öyle, sanki sizinle iddialaşmışçasına şaşırtarak hooop çıkarıveriyor başka bir yerden başını. Ceee!
KONAK’ın bir kale mahfilini andıran arkası demir dayaklı kapısı, her sabah olduğu gibi bakın erkenden açılıyor yine işte. Bir elinde olta diğerinde malzeme torbasıyla FERHUNDE..
Uzunca boy, soluk beniz, orta yaşına rağmen hala diri bakımlı, cezbedici endamı. Zayıf çehresinde tarih olmuş küflü bir sandığın yüzünü ağartan, o iki zümrüt misali yeşil yeşil gözleri, Mütebessim dudaklarında bir hüzün, uzun yuvarlak boynundan aşağı uzanan lepiska saçları çoktaan kıralmış olsa da, hala etkileyici, alımlı. Yüzünün bir yanında her şeye boş vermişcesine bir mana, ötekinde (ben neler yaşadım bir bilseniz, cilt cilt roman dizi dizi filim olur, der gibi bir ima.
Meczubane hafiften gülümseyişle çarşı istikametinde yürürken öyle, arkasında bağıra bağıra koşan genç adam!
Adam - Ana, beni niye götürmüyorsun niye balığa. Anladım usandın benden çalışmıyorum ya!
Durup geri döndü kadın, gelip geçenlere aldırmadan çömelip, kucak kucak yapan o taze anneler misali açtı kollarını.
Kadın-Hadi koş gel hadi, ama haydi.
Gözleri nemli;
Kadın-“Usanır mıyım hiç bir tanem, yıllarca hasretinle yanıp tutuşmuşum ben.” Diyerek sarıldı. Sonra elele tutuşup yürüdüler. Sahile vardıklarında, kadın balık tutma malzemelerinin bulunduğu torbadan çıkardığı bir sicimi adamınn elinden dolayıp onu oturduğu banka bağlamak istedi mahsustan..
Adam –Yine mi ana yine mi, ben bebek miyim ki!
Kadın-Annannen”deniz çocukların gözlerini bayar, içine içine çeker, fazla yaklaştırmayın derdi.
Termostan birer bardak çay döktü, ince belli, altın yaldızlı küçük kadehlere, bir fırt çekip çöktü oğlunun yanına.
Kadın- Biliyor musun Kerem’im, aylar aylaca aradım seni. Deniz oğlumu geri versin diye. Sahillerde yattım kalktım gündüz gece. İt kopukla uğraştım, Köprü altı, parklarda yatan serserilerle dalaştım. Seni bulmak umuduyla hiç korkmadım saldırana salladım bıçağı..Bir vakitten sonra beni gördüklerinde; -O deli kadın geliyor işte yine- diye kaçmaya başladılar. Ölmekten korkmazsan önünde kimseler duramaz oğul. Allahtan başkasından neden korkacağım ki, kocamla oğlumu almış deniz benden, ölmüşüm zaten. Sen, bir annenin yavrusunu kaybetmesi nedir bilir misin? Bağlamak isterim işte o yüzden. Bir kez daha kaybetmeye sabredemem, atarım kendimi deryalara, bird aha da su yüzüne çıkmam!
Oğlu-İyi de ana hiç deniz aylar once aldığını verir mi?.
Ferhunde- Babanın cenazesi ortada seninkini bulamamışlardı..Ben o zaman Bakırköy Hastanes’ndeydim. Seni bulamadıklarıdan umudum vardı o sebeple bekledeim seni sahillerde. Bir de o hastanedeki kadın deyince. Ne bileyim deli aklı işte. Sonunda da buldum bak!.O ikindi sonu Sarayburnu berisinde, durduğumuz evin az ilerisinde
sahil kayalıkları dibine oturup ayaklarımı suya soktum., uzaklara dalıp denizi seyrediyordum ki, az ilerde canlı mı ölü mü olduğu belirsiz bir genç bedeni. Fırladım ayağa! Tüm bedenimi ateş bastı.
Kendime sus pus yapıp içimden “oğlum geldi oğlum” diyerek kenara çekip altma serdiğim battaniyeyle örttüm. Gizledim seni. Etrafta kimsecikler yoktu.. Alnının sağ tarafından kafanın ardından kan sızıyordu Yüzüstü yatırdım sırtını ovdum . Biraz su boşaldı ağzından. Masajladım okşadım . Biraz daha canlı bakmaya başladın. Hiç bir şey konuşmuyordun. Şoktaydın. Battaniyeyi sardım sırtına evimize geldik.
(Ferhunde’nin Dalgın mahzun bakışları te uzaklarda) Sen babanla balıkçıydın oğul, ta küçükten. denizin neresinde ne var sezer bulurdun. Attığın olta boş çıkmazdı, Baban seninle gururlanır Benim oğlum yakışıklı iyi kalpli ya, deniz kızı aşık ona, su altındaki balıkları Kerem’in oltasına oltasına kovalıyor adeta” derdi.Cankurtaran Kumkapı sahillerinde . Ne levrek, lüfer, çinekop, palamut, ispinozlar, hele de lüferler. Aaaah be yavrum , ötesini söyletme.
AKŞAM EVDE YEMEKTEN SĞNRA
Oğlu- Sahilde anlattıklarının ötesini ne zaman anlatacaksın bana ana?
Garibane daldı bir noktada gözleri kadının.. Sanki çook uzaklarda birine sesleniyor da duyuramıyordu,
FerhundeYetmez aklım ermez ötesine be kızan, Sisler ardında puslu silik parka pinçik bir şeyler görür hissederim bazı bazı, hani şu bebelerin parça resimleri yerli yerince koyup bir manzara oluşturmaları misali..Ama beceremem işte. Belki zamanla. Seni yıllar sonra nasıl bulduğuma gelince, Ben o kazada babanla seni kaybettikten sonra Bakırköy Akıl Hastanesi’ndeyken, “ha beni oraya kim yatırdı onu da bilmem. Koğuşlarda kadınların çoğu yarı çıplak, kimi üryan, kimi durmadan konuşur, kimi tüneyen tavuklar misali gün boyu dalar düşünür. İşte öyle susmuşlardan birine o gün yaklaştım; Ben denizde kocamı oğlumu kaybettim yaa, onun için buradayım, ben nedem ne yapaım,” dedim. Ben ağladım o ağladı. Bir nice sonra bana dedi ki;
Hasta kadın-Arada bana ak sakallı bir dede görünür ona sorayım ona sorayım ha?”, diye kahkaha attı!
BİR HAFTA SONRA EVDE
Oğul-Yine ne düşünüyorsun ana?
Ferhunde-Yahu aklıma diyeceğim ama, ne gezer bende
Oğul-Öyle deme ana, o olmasa seni taburcu ederlermiydi Bakırköyden. Hem öyle iyi bir anasın ki yanında iyiyim ben.
Ferhunde- İyi ama sen bana hep anneciğim diye seslenirdin.Hatta küçükten Çamlıca eteğinde otu rurken komşu Arnavut Abbas’ın çocuğunu ayıplardın annesine ana dedikçe. İstanbul’lu olupta ana diyen pek olmaz. Anadolu’da aha bizim Giresun Tokat Çorum’un çocukları öyle der.
Oğlu- Çorum’ mu dedin? Ne güzel söz!. Bilmem, sen annenim dersin bir onu bilirim, bir de seninden öğrendiklerimi. Nasıl büyüdüm işim mesleğim varmıydı, okula gittim mi arkadaşlarım kimdi bilmem hiç birini. Hadi sen söyle bana geçen sahilde anlattıkları nın devamını. O hasta kadın ne demişti sana?
Ferhunde-Haa, o mu? “Söyle ona deniz kendinden olmayanı safra gibi atar dışarı, beklesin sahilde beklesin.”. O yüzden bekledim seni Sarayburnu, Cankurtaran sahillerinde aylarca. Seni bulduğumda kendinde değildin. Kenara vurmuş sırt üstü yüzüyordu bedenin, hava kararıyordu. Az önce Saray burnu açıklarında olan bir kazaya toplanan kalabalık dağılmıştı. Güya bir genç kaybolmuştu sularda gerisini biliyorsun işte..
Ferhunde, Giresundan İstanbul’a göçeden inşaatçı Temel’in kızı. Çamlıca eteklerinde Lazların yoğun olduğu Küplüce’de doğma büyüme. Okul çağına geldiklerinde babaları her yaz tatili kendisinden iki yaş büyük ağabeyi ve anasıyla Giresun’ a bırakırdı onları. Niye? Anadolu edebiyle yetişsinler hem de yaşlı ebe dedelerine şenlik olsunlar diye. O yüzden çocukların, Lazca İstanbul lehçesi karışımı hoş bir konuşmaları vardı. Nine dede, baba aile hepsi mutlu yaşarken öyle, gittikleri son tatilde aileyi acılara boğan akılları baştan alan o meşum kaza yaşandı!
O gün dedesi evinden ağabeyi Avni’yle elele çarşıya yürürken , uzaktan hızla gelen bir taksi yaya kaldırıma dalmış 10 yaşındaki ağabeyini koparıp altına alıvermişti! Manzara dayananı lacak, anlatılacak gibi değildi. Zavallı kızcağız bire bir şahit olduğu manzara karşısında uğradığı travma dan uzun süre kendine gelemeyip tedavi görmüştü.
YILLAR SONRA
Ferhunde büyümüş pek güzel nahif bir genç kız olmuştu. Kız Meslek Lisesini bitirdiğinde ailesinin bir akraba genciyle evlendirmesine muhalefetle, yazları geçirdiği Giresun’da görüşüp tanıştığı bir kaç kezde mektuplaştığı genç gemi kaptanı Cemal’le evlendi. İlerleyen zamanda dünyaya gelen nur topu oğulları na yıllar önce kaybedilen ağabeyinin adını verdiler, Kerem Avni” .
Seneler akıp gitti. Kaptan,İst Şehir Hatları vapur İşletmelerinde ki başarısndan dolayı Karaköy deki Baş kaptanlığa getirilince Küplüce’den Avrupa yakasında Cankurtaran’a taşındılar. Oğlan büyüyüp lise tahsili ardından çoğu Karadenizli gibi inşaata heveslendi. Mühendislik kararını açıklayınca babası;
Cemal Kaptan – Bire uşağum, istediğin üniversiteyi seç ama günümüzde pek çok Fakülte mezununun iş bulamayıp boş gezdiğini de unutma. Sen de bencileyin denize düşkünsün balıklarla aran çok iyi senden kaçmazlar bilirim! Dilersen sen askerden dönünce emekli ikramiyeme birikimlerimizi bir de dedenin desteğini ekledik mi orta boy bir motor alırız. Kendi yumağını büyütür kendinin patronu olursun”.
Babası hele anasına fazlaca düşkün olan Kerem
Kerem- He. Demişti ki ertesi gün askerlik celbi geldi!.
Babası-Kulun değil Allah’ın dediği olur oğul, vardır bunda da bir hayır. Hele var git Peygamber Ocağına hizmetlerin en mübareği Vatan borcunu öde gel.. Sen şu Allah’ın işine bak, senin hafta sonu buradan ayrılacağın gün ben resmen emekliliğe ayrılıp Ferhunde Hanım sahillerine demir atacağım. Gözün arkada kalmaya evlat sen nöbet beklerken ben de 7/ 24 onun yanında olacağım.
Ferhunde-Aşkolsun kaç gündür ailesinden bunu gizler mi insan?.
Cemal-Dur be sultanım, hemen de deniz gibi kabarma. Vardı benim de bir düşündüğüm elbet. Durumu gün ler önce öğrenmiştim ama, önümüzdeki Pazar hep birlikte balığa çıktığımızda sürpriz yapacaktım. Bak fena mı oldu buruk haberin ardından sevinçlisi, teselli ikramiyesi gibi.
Huzur ve hüzünle girdiler yataklara.
ERTESİ SABAH
Oğlan, sağlık adına yıllardır alışkanlık haline getirdiği sabah sporu için gün ağarırken kalkmış, lavaboya yürüyordu ki koridorda giyinip kuşanmış halde babasıyla karşılaştı! İkisi de şaşkın aynı anda;
Baba-Nereye?
Oğul-Nereye?
Gülüşmelerinin katmerlenmesiyle Ferhunde hanım uyanıp yanlarına gelmiş, mahmur gözlerini oğalayarak tedirgin ve merakla
- Noluyor nereye beyler?
Kerem-Nere böyle erken erken Cemal Kaptan, yoksa horultunuz yüzünden yataktan kovuldunuz da …
Reis-Yok be oğul, bizim hemşehri Niyazi vary a, son günler Çinekop akınına Kalkan da karıştı reis, yatacak zaman değil der durur üç gündür. Onun için şaaptım..
Kerem- Bekle, sakın beni almadan gitme.
Reis-Kal be oğul, üç gün sonra birliğine teslim olacaksın zaten, uzun uzun uyumalara hasret kalacaksın yat.uyu Sen.
Kerem Avni-(çocuksu bir istek ve yalvarışla) Olmaz baba olmaz, sonra ben gidince çok üzülürsün haa!
Ferhunde-İki aylağa bir akıllı gerek, varam ben dalam yatağa…
BİR SAAT SONRA
Baba oğul güneşin ilk ışıklarıyla bindiler Kumkapıda bekleyen küçük sandala, attılar ağı, hem de çok iğneli oltaları denize. Derken
Kaptan- Eyvaaah, telaştan mazotu almayı unuttuk. Çok az yakıt kalmıştı depoda. Ah be uşa ğum seni benimle gelmemeye ikna edeyim derken unutturdun işte.
Kerem- Aldırma be baba, senin yanında taş gibi pazularıyla Kerem Levent var. Asıldık mı küreklere..
Yavaştan açılıp dümen kırdılar Cankurtarandan Adalar istikametine.Az sonra teknede oynaşan balıklar çoğalınca;
Kaptan-Oğul, Deniz Kızı yine uyandı bak kokundan, nasıl da gönderiyor derya kuzularını Kerem’im sevinsin diye!
Kerem- Baba inanacağım nerdeyse Deniz kızının aşkına, askerden dönünce onunla evlensem mi acaba?
Kaptan-Keşke uşağum, bir torun ver de bize, ister Deniz kızı , ister Gavur kızından ola. Bütün yaşıtlarımın bal baklava misali toruncukları var, onları elele gördükçe içim gidiyor, Rabbimin hik metinden sual olmaz da, insanız işte, ağlayasım geliyor inanasın bazen. Kader zaten seni bize geç verdi, yaş da ilerledi. Biri peri kızı, diğeri Huri balası oğlan, iki torundur muradım. Hele olsun bak o zaman ben 100 yaşıma dek yaşarım…
Kerem -Hep duyarım babam; torunlar evlattan da tatlı olurmuş. Aha baksana daha doğmadan neler söyletiyor sana. Kısmet ne diyem.
Kaptan- Bak bak elini koy kalbime nasıl atışları hızlandı birden. Gümbür gümbür. Ahh! .Aman Allah uf.. peki, neden dir durup durur ..ken bu ağrı of!
Kerem- İyi iyi anladık kısmetse askerlik dönüşü hemen evlenir, Beykoz’daki Konağın üst katına göçerim. Yok sizlerden ayrı ev açmak
Kaptan, acı içinde sol göğsünü ovmaya devamla yüzü al al olmaya başladı. Nefesini zor alarak kalbini işaret ediyor, yüzünü buruşturuyor, ıkınmaya çalışıyordu. Kerem aşırı bir telaş la yaklaştı, babasının başını dizine koyup ovmayı sürdürdü. O kıvrandıkça eli ayağı hepten birbirine dolaşıyor daha daha ne yapmalı bilemiyordu denizin ortasında. Bir zamandır dümeni bıraktığından motor tersine Marmara istikametinde habire uzaklaşmıştı sahilden. Günlerden Pazarın erken saatleri olduğundan etrafta kimsecikler görünmüyordu. Kaptan çırpınıyor Kerem çaresizlikten ağlıyarak.küreklere el attı. Aman Allah’ım yoktu! , nerede nasıl olur, yok! Rüya mı, kabus mu bu! Babası bir ara can azmiyle bilinçsizce ayağı kalkmaya çalıştı, koca gövdesiyle sendeleyip denize düştü! Oğlan şokta şaşkın, bakınırken öyle babacığı nereden çıktığı bilinmez dalgaların önünde bata çıka uzaklaşıyordu. Motoru çalıştırmak istedi ipe asıldı ,tık yok tekrar tekrar denedi. Netice alamayın ca atladı denize. Soluk soluğa yakaladı babasını. Kendinde değildi. Yedeğine alıp yüzdü yüzdü sahil karartısı istikametinde. Motor geride kalmıştı ona doğru tek koluyla kulaç attıkça sudaki hareketlen melerden motor uzaklaşıyordu zıt yönde habire! Uzaktı hala sahil, kesildi kolları. Ağırdı babası, zorla dı zorladı takati gittikçe azalıyordu. Sırt üstü yattı ümit kesmediği babasını da bırakamıyor, çırpınıyor du. Benzeri durumlar yaşamıştı geçmişte ama. rüya mı kabus muydu bu? Bir an çaresiz “hiç değilse ben kurtulayım sandala kadar tek başıma yüzebilirim”diye geçirdi içinden…
Ardından ,anneme ne derim kendimi nasıl afederim”dedi, yapamadı. İmdaaat imdaat diye bağırmak istedikçe ağzına tuzlu sular doluyor boğuluyordu! Babası gittikçe ağırlaşıyor tutamıyordu artık. o an annesi, belirdi karşıdan ! işte sular üstünde dimdik nasıl da duruyordu. Kurtar bizi der gibi uzatmak istedi kollarını Kerem ona , kaldıra madı! Annesi kıpkırmızı, telaşlı
“Şaka mı gösteri mi bu sizinkisi! diye haykırıyordu. Beni bırakıp nere gidiyor .sunuz hem de ikiniz birden, bırakmayın beni, biriniz kalın hiç değilse, ya da beni beni de alın beni de, beni deee!. Oğluuum sen gel bari, babanın kurtarılacak hali kalmamış. Kurbanın olurum sen gel oğluuum, ben sensiz nederim! Bak yaklaş tım iyice, hadi uzat tut ellerimi kurbanın olurum. Sen yoksan …Sen yoksaaan…..
Sesler perde perde kısılarak kesildi..Herkesin istediği olmuşçasına sakinledi her taraf. Her şey suspustu. Ferhunde’in biriciği artık hiç bir şeyi görmüyor, duymuyordu.
…………………………………………
Karanlık dipsiz kuyuların derinliğinde kaybolan Cemal Kaptan’la oğlu Kerem Avni değildi. Onlar her fani gibi mukadder akibetlerine uğrayıp başka bir boyuta yürümüşlerdi. Asıl kaybeden, bir akıl Hastanesi koğuşunda varlığından bile haberi olmayan, eş, ana olan Ferhunde’ydi, Kaybolan da o, Çoktan razıydı gidenle gitmeye ammaaa….
Bakırköy Akıl ve Sinir Hastanesi’nde. Bilmez ne kadar zaman geçti. Bir an aklı başına gelip sorsalardı; istemezdi şifa bulıp akıllanmayı. Lakin yazan öyle karar.kılmıştı“ Her ,yokuşun ardından inişi, zor’un ardından kolayı, ağıt sonu gülmeyi nasip eden. Mevla, zulmedenlerden değildi, vardı bir hikmet demekten başka çare de kelam da yoktu….
…………………………………..
Ferhunde’nin çok güçlü inancı, hafızasını kendini kaybetmiş olsa da o cevher zamanla imdadına yetişmiş olmalı ki, bir nebze de olsa kendine gelip, kendi gibilere kendini adamaya yöneldi; “Olmaz, olmaz “ denir ya hani. Kendi gibi hastaları konuşturup dinliyor, oynuyor, kah güldürüp kah ağlatıyordu.. Çılgın, kavgacı küfürbaz nice bağırıp çağıranlara gelgit misali zaman zaman hatırladığı ayet ve sureleri okuyor, elele tutuşturup dualara amin dediriyordu ,Bir hastane hizmetkarı gibi etrafı temizliyor, arada birilerini, iki kolunu çapraz edip omuzlarına koyarak, huşu içinde dervişane selamlıyordu..
Bir hasta bakıcı sordu kendisine bir gün;
H.B-Neden yapıyorsun bütün bunları? Şaşırtıyorsun bizi. Bunu akıllılar bile yapmıyor.
Fermude-“İnsan çalışırsa kendini dinlemez derdini hatta deliliğini bile unutur.”Derdi Giresunda’ki Safiye ebem.
Hastabakıcı mal bulmuş gibi sevinerek;
H.B-Uyyy, Ciresunlusun ha uşağum sen de?
Ferhunde-(Hapsane hanım ağaları misali gerilerek)Haa ula!
H.B- Ha, ben de emme, ne bilecağum hemşerü torpili üçün beni kandurmaduğuna?.
Ferhunde, beline bağladığı iş önlüğünü çözüp saldı aşağı. Kollarını iki yana açıp koridorda başladı hem çalıp hem oynamaya! Arada bir “Ha uşağum ha”diye hopladı zıpladı. Herkesi etrafına topladı..
Gürültüye hasta ve yakınları ardından polikilinikteki doktor ve görevliler de katılınca, başhekimlik el koydu olaya!, Güvenlikçi Ferhunde’yi sorgulamak için Başhekim’e götürdü.
Başhekim-Ne yaptın? Hastaneyi birbirine kattın hanım?
Ferhunde- Ne yapayım, adam bana laz değilsin, torpil için yalan söylüyorsun deyince dellendim hekimim. Şey zaten deliyim ya? O yüzden horan tepip başladım oynamaya, herkesi de alkışlattım kendime. Bu iyi mi, kötü bir şey mi ?
Az önce çatık kaşlı Başhekim gülümsedi.
Hayır kız hayır bunlar çok iyi, iyileşme işareti, e taburcu edelim mi.yakında seni.
Ferhunde-Güveniyorsunuz bana öyle mi? ………………………………………………
……………………………………………..
Ferhunde’nin, hafızasında, maziyle ilgili gelgitler olsa da, kafasından çıkmayan inandığı tek
gerçek, oğlu Kerem’in bir gün tekrar geri döneceği fikr-i sabitiydi! Geçirdiği yüksek derecede sinir
krizleri, kafasını dıvarlara vurma sonucu oluşan arazlardan anılarındakilerin yüzü şekli şemali belirgin
değildi. Doktorlar ona birini “bu senin oğlun” diye telkin etse inanırdı.. Hastane sonrası Cankurtaran’da
yaşamaya devam ediyordu ki bir ikindi sonu. Sahilde yaşanan olağanüstü o hadise hayatında inanılmaz yeni bir sayfa açmıştı.
Aylardan Haziran, günlerden Pazar gurup vakti. Çoğu kez o saatlerde Cankurtaran sahilindeki kayalıkta denizi seyredip, oğlunu hayallerken dalgacıkların oynaştığı aşağıda ölümü sağ mı belirsiz çıplak bir insan bedeni görmüş, hayal sanıp gözlerini oğuştura, oğlum geldin mi diyerek aşağı inip onu kayanın kuytusuna çekip kimseler görmesin..diye battanıyeyi örtüp gizlemişti. Zira tam o anlar az ilerde ki Sarayburnu cihetinde (Asker denizde kaybolduu) diye bağırtılar telaşlı koşuşmalar olmaktaydı.. Sesler kesilince, İlk yardım kurallarını uyguladıkça kurtardığı kazazedede irkilmeler olmuş!.Kafasının alın üstünden akan kanları yanından hiç eksik etmediği kolonyayla temizlemiş, akşamın alaca karanlı ğında da az ilerdeki müstakil bahçeli evlerine gitmişlerdi. Bir kaç gün sonra, Kerem’in askerliği çıktığı günlerde topladıkları kolilerde bilmem kaç zamandır bekleyen eşyalarıyla birlikte Beykoz daki konağa taşınmışlardı.. Ferhunde bu olanları bir gün geleceğine inandığı oğlunun dönüşü kabul ettiğinden sakin son derece mutluydu .
HAFTALAR SONRA
O gün akşama yakın gurup vakti, yine konağın deniz cephesindeki balkonunda ana oğul Beykoz çarşı sahilinde tuttukları balıkla kendilerine ziyafet çekmişler, üzerine de küçük el rad yosundan gelen nağmelerin hüznüyle o canım tavşan kanı çayı yudumluyorlardı.
Oğul-Ana bu akşam birazi dalgınsın sanki yine nen var?
Ferhunde-Yok be oğul sana tekrar kavuştuğum şu birkaç ay boyunca bana hep ana deyişlerin takılıyor kafama. Hoşuma da gitmiyor değil hani. Sanki daha içten daha samimi. Ama..
Oğul-Çok hoşuma gidiyor bana düşkünlüğün ama ……
Getiremedi gerisini, içindeki hissi, nasıl ifade edeceğini bilemiyor, kelimelere dökemiyordu. Kesti sesini çaresiz, mahzunlaşıp daldı o da! Uzayan sessizliği annesi bozdu yine.
Ferhunde-Ee sen de, durgunlaştın birdenbire. Enteresan, benim gibi lafını –ama- ile bitirdin! Kazadan nice zaman geçti, şimdiye kadar etmediğin biçim ve anlamda güzel cümleler kurmaya başladın. Bana gız dedin. .
Oğul-Nasıl yani?
Anne- Seviniyorum geçirdiğin kazanın sebep olduğu kafa bozukluğundan kurtulup normale dönüyorsun diye, lakin dününle örtüşmüyen söz ve davranışlarınla şaşırtıyorsun da!
Oğul- Çok garip Sanki içimi okuyorsun ana. Ben de benzer şeyleri senin için hissediyorum Bir sen bir de diğer senden başka anam var sanki!.
Anne-Ee oğlum ikimizin benzer sürprizler sergilememiz normal bir bakıma aynı felakete maruz kaldık ya…
……..
Oğul-Bu birbirimizden gizleyip söylemediğimiz şeyler bulunmasından olmaya
Anne-Birbirini candan seven ana oğulun yekdiğerinden saklayacak neyi olabilir ki Kerem’im?
Oğul- Kerem mi! Nee? Kim, Kerem öyle mi?
Anne-Yok, kelem, kalem hatta KAMİL, Şeyh Şamil! Tövbe tövbe. 30 yıllık ismini de unutacak değilsinya be!. Şaka mı yapıyorsun?
Oğul-Sahi gerçekten Ka- Ka ..Kamil kelamı bana çok yakın manidar geliyor son zamanlarda. Geçen seyrettiğimiz filimde de Kamil Reis, namı geçtikçe bir hoş hissettim kendimi. Bu isimde bir akrabamız falan mı vardı beni çok seven? Tamam tamam, bundan sonra Kamil, de sen bana.
Ferhunde-Allah Allah, son günlerde Kerem diye seslendikçe kale almaz duymazsın sanki. Oğul en kısa zamanda Asabiye doktoruna gidelim.. Hatta, Bakırköy’e, ben de görüneyim.. Hem şu ana, anne meselesini, ismini yadırgadığını bazı bazı derin düşüncelere dalıp dalgınlaştığını bir bir soralım. Eee babanla birlikte geçirdiğiniz kaza az şey değil. Senin ölümünü kabullenmeyip bir gün geri döneceğine inanarak bekledim emme.babanı bırakıp dönüşünü de bir türlü almıyor havsalam. Ne bileyim, belki başka çaren yoktu!
Kamil- Sandal kazası diye bir şey de hatırlamam. Sadece arkadaşlarla yüzerken üstüme gelen o dalgalar, az ilerde 10 katlı apartman misali gemi!
Ferhunde hafiften kahkahayla;
Ferhunde-İkimiz de hala düzelmedik demek, terelelli.. Babanı hepten kaybetmenin acısı çok derin, lakin sen üzülmeyesin diye açmak istemem. Onun açtığı yaraya seni merhem ederim, ben ölene dek beni bir daha bırakma tamam mı Kamil’im? Şey pardon, bak benim de kafayı karıştırdın, Kerem’im diyecektim Kamil’im dedirttin..
Kamill-Yok yok öyle devam et bundan böyle, çok hoşuma gitti, az evvel dedim ya Kamil de diye. Bak ağzın alıştı bile. Senin yanında huzurluyum anne.
Ferhunde-Tövbe tövbe ,. Neyse, sen sevin mutlu ol da, ben Şaban bile derim sana, Şabaaan
Kamil-İlahi Anneeee!
Anne-Yeter ki beni bir daha sensiz bırakma
Kamil- Korkma ben ölene dek yanımdan ayırmam seni,.lakiiin el kızı seni istemezse bir şey yapamam.
Ferhunde-Neee? Geliyor kıçına bak elimdeki süpürge!
Kamil-Şaka şaka.
Ferhunde-Kerem’im, oğluuum!
Kamil- Ana gız senin dilin biraz peltek ti sanki, başında yazma, üstünde uzun fistan giyerdin.. Hani?
Ferhunde-Sen ne diyorsun hayal görüyorsun yine?
Kamil-(dalgın ve düşünceli) Hayal..Evet sana garip gelecek ama; geceleri uykuda çok hayaller görü rüm! Daha doğrusu rüya mı hayal mi ayırt edemem Sanki burada değil başka bir şehirde yaşarmışız, anam babam, hatta bir de kız kardeşim varmış.. Kerpiçten harap o evin bahçesinde ahır var. Kaldığımız odanın tavanı aşağı doğru bombeli, az sonra çökecek gibi! Bunu bir kere görsem neyse. Babam olan adam Hacer, Firdes diye seslenir zaman zaman.
Ferhunde-Enteresan. Ruh bunalıp sıkılınca değişik özlediği şeylere kanat açar o yerlere uçarmış. Hani uzunca aynı mekanda kalanların dışarı tatile çıkmaları gibi.
Kamil-Son zamanlarda bir de kız girer düşüme, hep aynı çehre;
Ferhunde-Oooo! Seninki tam bir film, sinema, hatta tiyatro be!
Kamil-Hep el eder gülümser bana. Gitmek isterim yanına dağlar, denizler girer aramıza. Son keresinde ne dedi biliyor musun?
Anne-Hastaneye gidince bunları bir bir anlat psikoloğa. Kız ne dedi ne dedi?
Kamil-“Ölüyorüm ben, ya sen gel ya ben geleyim sana.” Biliyor musun ana uyandığımda gözlerim yaşlıydı
ÜÇ AY SONRA
Kamil’in hafızasındaki bulanıklığın uğradığı kazanın şoku, o arada kafayı çarpma yahut alınan bir darbe sonucu oluşabilecek travmaya bağlandı. Yapılan psikoterapilerin altıncısında Hastanın asıl adının Kamil olduğu, Anadolu’nun bir şehrinden İstanbul’a asker olarak geldiği, fakir bir aile çocuğu olduğu, elbise diktiği bilgilerine varıldı! Askeriyeye verilen bilgi sonucu Kamil’e Kışlada ki işlemler ardından üç ay tebdili hava izni verildi. Ferhunde hanıma Kamil’in hikayesi anlatıldı. Aralarında bir evlat ana muhabbeti oluştuğundan bir şey değişmeyecekti.
GÜNLER ARDINDAN
Kamil-Sen benim öz ikinci anamsın, seni almadan ne memlekete giderim ne de İstanbul’da kalırım. Ha el kızı seni istemese bak ona bir şey yapamam! .Diye takılınca ikiside kahkahalarla gülmeye başladılar. Gülüşleri gözyaşlarıyla buluştu. Hem ağlamak hem gülmek aynı anda kaç faniye nasip olurdu ki? Ömür dediğin böyle bir şeydi..
BİR HAFTA SONRA
Bindiler Çorum’a gitmek üzere otobüse Ferhunda anneyle Kamil. Bir de Kamil’in hayalindeki esmer kız.
Nazife. Üç kişiydiler! Ne kalem yazardı ne kelimeler anlatabilirdi ONUN hissettiklerini. Zavallı delikanlı başına gelenlerin sılaya nasıl ne şekilde aksettirildiğinden habersizdi.
NAZİFE GORONA’DAN ÖLÜM DÖŞEĞİNDE
Nazife’nin Gorona tesbitiyle hastaneye alınalı 15 gün olmuştu..Yoğun bakımda 6 gündür. yarı baygın kıpırdamadan yatmaktaydı. Babası son durumu sorduğunda;
Doktor-Hastanın bünyesi virüse karşı dirençli hale geldi, lakin yaşamak, iyi olmak istemez gibi bir hali var Arada bir ölmek istiyorum gibi hezeyanları, bir de o erkek ismini mırıldanması, onun uzun zamandır ruhsal bir çöküntüde olduğuna işaret ediyor. O adını verdiği kişi çıkıp başucuna gelse onunla konuşsa, bir mucize olabilir yeniden hayata tutunabilir gibi bir umut var bizde! Ne dersiniz?
Baba-(sıkıntı ve üzüntüden kıpkırnızı bir yüzle) Keşke bu dediğiniz mümkün olsa efendim keşke, neler vermezdim o gençten özür dilemek,kızımın başucuna getirmek için. Ama öldü o, aylar önce asker ocağındaki deniz kazasında…
Baba yaşlı gözlerle eve döndü.,Bahçe kapısından içeri adım atar atmaz, neşe, hareket, hatta işte bir kahkaha! .
Hüsniye Hanım nefes nefese, gözün aydın effendi müjde müjde. Az önce bir mucize gerçekleşti! İnanacak gibi değil inanılacak gibi.. Aman Allah’ım..
Hüsne Sen de hele, kızım ne halde?
Baba-( şaşkın boynu bükük( doktorun son sözlerini aktardı eşine.
Kadın, heyecan, umut, sevinçten kesik kesik;
Hüsnüye-Otur şuraya sakinleş hele, kendine hakim ol.tamam mı, dinle; ..Bak ne.diyorum; Ka-Ka, Kamil öl me- miş, yaşı..yooor, sakin ol, sakin! İçeri..de aha, hadi gö gö gör onu..Kızı .mıza tez götürelim onu!
Dizlerinde fer, konuşacak güç kalmamışcasına, yığıldı olduğu yere adam. Höyküre höyküre ağladı ağladı. Sonra kalktı, hepinize bir bir sarılmak istiyorum ama olmaz virüsten dolayı,.Allahıma şüküüür Allahıma. Arka odadan Kamil, geldi.
Cümbür cemaat hastanenin yolunu tuttular taksilerle..
…………………………………..
Doktora durumu anlattılar. Hekim-(şaşkınlık ve hayretle) Neeeee! Yoksa o, diye başka birini mi getirdiniz ? Eğer öyle ettiyseniz bir işe yaramaz bilesiniz, hatta, hasta hissederse o yanlışla daha da zora sokarsınız onu.
Kamil- Hayır efendim hayır, ben o’yum. Hemen gidelim haydi.
KAMİL’LE DOKTOR YOĞUM BAKIM ODASINDA.
Doktor- Nabız düşük, nefes sık,Allahtan umut kesilmez denir ya senin yeniden onun karşısına çıkman bunu anlayıp inanması bir mucize oluşturabilir, hayata döndürebilir onu.Haydi Bismillah.
Doktor- Ben kapı dışındayım. Haydi tut ellerini, içinden geldiği gibi konuş onunla! Bunun bir hayal rüya olmadığını hissettir ona..
Tuttu, sararmış güçsüz soğuk ellerinden Nazifen’in Kamil, ağlasın mı gülsün mü, bilemedi bir sure!. Sonra kulağına maskeli olarak yaklaşp konuşmaya başladı;
Kamil-Ben geldim Nazife, kız ben ölmedim. Kamil’in, askerliğim bitti, Ölmedim hadi inanmasan aç o güzel gözlerini de bak bana..Rüya da değilsin hayal de değil Şimdi kavuşma vakti. Hadi aç gözlerini. Ellerini dudaklarına götürdü öptü huşuyla.Günlerdir ölüp bana gelmek istediğini söylermiş sin!. Ama bak ben ölmedim ki, sen ölesin. Hani Ayşe’lerin evde son buluştuğumuzda ”Beni sana vermezlerse kaçarım seninle”demiştin ya. Haydi kaçırmaya geldim seni kız, tut sık ellerimi, uyan kalk hadi. Rabbim İstanbul’daki o deniz kazasın da ölmeme müsaade etmedi, beni sana gönderdi! Ölme, bırakma ellerimi, beni duyuyorsan kirpiklerini, kaşını, gözünü oynat kız fettanlar gibi, elimi sık, kurban olurum sana.
İstanbul’da ki kaza saatlerinde, çok garip hatta mucizevi bir rastlantıyla kaderin bir araya getirdiği Kamil’in ikinci anası Ferhunde, dünden bu güne yaşadıklarına tuz biber, bir bakıma da bal kaymak olan bu gelişmelerden son derece mutlu müstakbel gelininin uyanması için dua ediyordu… Kamil’in o saf ana babası’da yanındaydı.
Kamil, sevdalısının elleri ellerinde, gayş halinde bir derviş misali gözlerini yumdu, kalbinin tüm enerjisiyle“ne olur Allahım, ya benim canımı da al, ya da onu bana bağışla” diye yalvarırken avcunda bir kımıldanma hissetti! İnanamadı önce ne yapacağınıu bilemedi, ayağa fırlayıp kapıyı, açtı bas bas bağırdı;
Kamil-Aman Allahım…Aman Allahım gözünü açtıııı!
Hemşireler koştu. Doktor geldi. Koridorda diğerleri. …
Ölmek istiyorum diye yaşamdan vazgeçen kendini bırakan Nazife, aylar önce askerden kara haberi gelen Kamil’iyle birbirine bakıyorlardı işte. Olan mucize, yaşanan hadise hangi söz ve yazıyla anlatılabilir di ki! Bir kaç gün ardından taburcu edildi. Bir ay.sonra da çok sınırlı sayıda davetliyle nikah yapılmasına karar verildi. Rahmi, Çırak İsmail nikah şahidi, Ayşe kız gelin nedimesiydi.Düğünün Virüs tehlike si yüzünden üç ay sonra İstanbul, Bey koz’daki Ferhunde Hanım Konağında yapılması kararlaştırıldı.
Aşk Gorona virisü yendi.
CORONA ALTINDA BİR İZDİVAÇ gerçekleşti.
Corona Altında Bir İzdivaç…
…………………………………..
GORONA EVLİLERİ
Çöplük Çarşısı’nda ikindi vakti TIKI’NIN’ Kahve . 65 yaş üstü ihtiyar delikanlılar, nam-ı diğer Güngörmüşler, bir bir dökülmekteler işte…Erkan, Ayhan’la kolkola içeri girer girmez Kahve sahibi Efrahim’e seslendi;
Me Erkan- Söyle çaycı yeğenine de, arka arastadan Berber İsmi’yi çağırsın bize. Nazlanırsa kolundan kolundan tutup getire.
Kahveci- ağam. Aha kıymetlin, yazar çizer takımından Hacı Sıddık’ da geldi. Kısmeti, sevabı bol adamın..
Erkan-Canım bırak şunu, ne sevabı, nere getse milletten yeyip içiyo sevabı ele kaptırıyor. Sevap mevap yok, amel defteri Tansu Çiller’ın açtığı temiz sahifeler gibii bomboş.
Kahveci-Hayırdır Erkan hoca, bu gün pek hışımlısın ha!. Saraçlar içindeki similik İsmaille ne işin ola?.
Erkan- Gelince anlarsın. Ama önce şu kalabalıktan uzak boş bir Masa bulalım.
Ayhan-Masaya Hacı Sıddık hocamızı da alalım değil mi, güzel edebiyatıyla iknada yardımcı ola, ne dersin
Erkan-Hadi neyse meheldir paşam.
Cemal Hoca-Evet evet, Sıddık’ın karıştığı iş hayrola.
Meram olunan zevat, İsmail’in de duhuliyle tamamlanınca kalkıp kalabalıktan uzak bir Masaya geçtiler.
Erkan-Ahali, kahvehaneyi gürütüye boğmayalım lütfen.
Deyi nida ettikten sonra başladı meclis çalışmaya. İlk lafı Erkan aldı. berber İsmiye;
E Erkan-Bak berber İsmi, tarak makas uzun traşa gerek yok, kısadan makina tıraşı dozunda diyorum ki sana, bu günden tezi yok kolları sıva, üç gün içinde senin oğlanın başını bağla. Malum Gorona virus kapıda! Çin de İtalya daha pek çok falanca filancada hergün çatır çatır insanlar ölüyor. Ola ki, senin kapıyı da çalar da bekarını evlendirmeden göçmenden naşi öbür dünyada hesabın zor ola. Anıyon ha? Yahu şu saat kulesi dibindeki meteliğe kurşun atan ameleler bile evleniyor da, sen cimrilik burcuna bayrak dikercesine bir bekarı nişanlayıp, nasıl altı yıl nasıl bekletirsin ha? Senin mahdumda iş yok, sünepe, delikanlı dediğin alıp kızı getire. Biz yıldırım nikahı için Belediyede gereken her şeyi yaptık, yarın gelini, oğlunu al, bu işe noktayı koy.
Ayhan-Yıllardır bak cimri İsmi, ciğerini, cebindeki kuruşu bilirim. Yahu tek bir çocuğun var, evlendirecek paran olmasa dahi borç bulur insan, yatacak yerin yok oğlum senin. Turşu’nun Cimri Salih’in akra basıyım diye bu kadar da sıkı olun maz ki.
Hacı Sıddık-Bak kızın pederiyle de anlaştık. Adam virus korkusundan ne dediysek tamam dedi. Öngörülen yeni tedbirler uygulamaya konma dan bitir şu işi.
İsmail- İyi de onca davetliye yemek. Zaten en korktuğum da yüzü aşkın insan o kadar da kadın, kadından da çok çocuğa et, ekmek. Baklava, börek, kova kova tereyağlı düğün çorba, çalgı, gelin indirme taksilere para kolay mı?
Erkan- Oğlum şimdi şurada adamı çatlatmak ister gibi on numara düğün yemeklerini niye sayıyon? Bü tün o saydıklarının hepsine çek bir çizgi, devlet hepsini halletti, cebinden kuruş çıkmayacak. (kendi kendine ) Üle n hep böylelerin mi işi rast gider arkadaş!
İsmail-Sahi mi, hay maşallah Tayyip Erdoğan’a her bir masrafı hükümet üstlendi öyle mi, ver elini öpeyim Başkomutanın adına.
Erkan -Bütün bu kıyağı gorona vasıtasıyla Rabbim sağladı sana O’ na şükret Dün gece son haberlerde açıklandı duymadın mı? Belirsiz bir zamana kadar toplu düğün, nişan, nikahlar yasaklanacak hafta sonuna itibariyle. üçgün zaman sana!
İsmail-Niye?
Ayhan-Daha da soruyor, yahu vatandaş birbirine virus bulaştırıp ölmesin diye. Ha, üç günü geçirirsen oğlunu eversen de kağıt üstünde kalır, geline dokunamaz! Demedi deme. Zira o da yasaklanacak. Herkes yekdiğerine 3 adımdan fazla yaklaşamayacak. Yani senin anlayacağın Herifler yeni bir emre kadar karı milletiyle aynı yastığa baş koyamayacak , Haydi tamam söz bitti. Yallah.
GORONA’DA EVLİLİK PATLAMASI
Kentin Ceza Evi semtindeki o koca taş oluklu Çukur Pınar da kilim ve yünlerini ıslayıp tokaçlayan kadın lar, berideki koca akasya ağacının gölgesnde dinlenmeye koyulmuşlar. Ağızlarında dünyayı kasıp kavuran virüs maskesi, birbirlerine yarı dargın misali ayrı uzak oturmuş (sosyal mesafe) Gorona muhabbeti yapıyorlar.
Hemen hepsi. variyeti da bildiği de az, az aşağıdaki gecekondu hanımları… Cemile, saatlerdir ağız burun kapatan maskeyi isyanla çıkarıp çantaya atar;
Cemile-Vıyh çatlayacağım valla. Hah şöyle anam. Amaniiin dünya varmış, filimlerde kaçırılıp da ağzı burnu bantlanan artistlere döndük gız.
Naciye-Akşam herifin getirdiği gazetede ne okudum biliyor musun? Avrupa’da mösyö ve madamalar “bana dokunur virus bulaştırır da ölürüz” diye çatır çutur boşanıyorlarmış! Hacı ömer babamın dediği gibi “Gavur aklı işte” Bizim memlekette de tam tersi, evlenen evlenene! Hele de doğu, güney doğuda, nikahlar öylesine patlamış ki, mevcut kadro yetişmediğinden geçici, ve de sözleşmeli evlendirme memurları çalıştırı yorlarmış!
Ruziye-Niye?
Naciye-Virüse yakalanıp da ölürsek nikahsız gitmeyelim hem de murat alalım diye. Konya’da üç kasaba, 60 köyde, Kayseri, Malatya, İzmir, vs nin dış fakir semtlerinde nikah randevularında sıra kalmamış. Dünya da virus, bizde izdivaç paniği, Şu bizim millet alem vallahi!
Ruziye. Nasıl yani?
NaciyeDaha önce sözlenen, nişanlanıp bekleyenler, hatta birbirini beğenip anlaşan dullar, tazeler Belediye Nikah dairelerine hücum ediyorlarmış habire. Eee insan oğlunun eline böyle bir fırsat bin yılda bir geçe..
Cemile-Doğru kalabalık toplu olmak yasak ya, düğün masrafını bırak nikah şekerine bile gerek yok. Ee benim herif de he dese, bir daha evlenirim valla, nasıl olsa bedeva.
Naciye-Delisin sen deli. Nikahcılar yeni evleneceklere yetişemiyor sen ikinci nikah isti yorsun. Sonra ne olacak tekrar evlenince?
Cemile-Heyecanı yeter kız. Aha hepimiz evleneli 15-20 yıla yaklaştı, bir daha yaşasak fe na mı olur o heyecanı? Sonra, büyük şehirlerde gocamış zengin sosyete karıları gelinlik giyip nikah yenilemiyorlar mı?
Naciye-Allah canını almasın emi, onlar da senin gibi deli, hiç insan eski kocasıyla yeniden evlenir mi?
Ruziye-Pek sevindim ben bu işe, garip gurabaya nicedir bekleyen hasretlilere gün doğdu desene…
Şükrü’nün Fadime-(ellerini huşu ile göğe kaldırarak) Eeeey Yarabbi, sen nelere kadirsin. Varam ben de parasızlıktan getiremediğim gelinimin köyüne de alıp getirem, Şükrüm’ün yüzü gülsün. Madem virüs nicesinin aklını başına getirmiş, bizim dünürde insan nihayet, haşa huzurdan eşşek değilya.
Demin beri genç hanımların sohbetlerine kulak misafiri olan berideki guruptan yaşlı Akkız Kadın yaklaştı.
Akkız-İlahi gençler,Ataların dediğince(Kasap yağ, Koyun can derdinde) Şu anda aklı başında olan, bol bol tövbe istiğfar etmeli. “Biz Rab’bın buyruklarından öylesine saptık, onun teslim ettiği doğayı, havayı, insaniyeti, yeşili, köylerde ziraati hayvancılığı o denli hunharca katlettik ki. Zinayı, hatta eşcinselliği suç ceza konusu olmaktan çıkardık. Büyük, küçük, komşu, akraba sevgi, saygısı kalmadı. Kadın ve erkeklerimizin günaha sevaba hassasiyetleri azaldı. Ayıp diye bir şey kalmadı. Oğlum Emre geçen ağlamaklı bana dert yanıyor.
Emre-Anne o sözde akıllı telefonlar varya; gizli, mahrem, zinanın her türlüsü resim, filim şeklinde hepsi orada! Kadını, erkeği, çocukları baştan çıkaracak zararlı her ne varsa bas düğmeye her şey meydanda. Bütün bu başımı za gelen felaketler hep o sebeple . Baksane, dünyada yangınlar, aşırı yağmur sel , deprem felaketleri hiç bu kadar peşpeşe başımıza gelirmiydi. İnsanların kudurganlığına göre az bile. .Aha yarın öbür gün çarşıya sokağa çıkma yasağı konacakmış bulaşma ölümlerin artmasından dolayı…
BİR ZAMAN SONRA
O gün İkindi vakti, 30 a yakın Güngörmüşler emekli Gurubu, Çöplük Çarşısı’ndaki Tıkı’’nın Kıraat hanedeydiler yine..Bu biraz da yakında çarşı sokak yasağının başlama ihtimalindendi. İğdeci’nin Erkan Sevdalı Ayhan, Hoca oğlu Cemal, çoğu Erkek SanatEnstitüsü muallimi, bir kaçı ,Tapu Kadastro, çeşitli bıranş Müdürleri, v.s.meslek tekaüdü.. Şaka, şamata, aldıkları pahalı markalı, giyecek, yiyecekleri ağız do lusu birbirine nisbetyapa hava atıp caka sattıktan ve de 3. Kurra tavşan kanı çayları da yudumladıktan sonra gurup başı Fahri Hoca, yanında oturmakta olan Cami-i Kebir İmam Hatibine sualen;
Fahri -Eee Ahret Bilgesi Hocam, Alem-i Dünyada nefisleri uğruna, adalet, huzur bırakmayan insan lıktan nasipsiz süper güçleri dahi yüzüstü çakan, her tarafta on binler yüzbinlerce can alan Gorona’yla hali miz nola ki?
Hoca”-Kardeşler, dünyada can almaya ,artarak devam eden şu Gorona Virüs felake tin iki aslı esası var. Biri Tıbbi yönü, diğeri manevi sosyal cephesi. Tıp yönüyle sağ olsun sağlık kurumları ve personeli büyük özveriyle mücadele etmektedir. Bizim onların karar ve kurallarına harfiyyen uymamız gerekir.
Yaşadığımız şu felaketin manevi veçhesine gelince, içinde bulunduğumuz asrın şu ilk çeyreğinde başta super devletler olmak üzere ( ABD, Rusya, Fransız İngilte re Almanya vs.) büyük bir yozlaşmayla adalet, merhamet izandan soyunarak zulümlerini artırmışlardır. Zengin ve güçlü zayıf ve mazlumu ezmekte hatta yok etmektedir..Savunmasız, kadın çocuk yaşlı milyonlar, atılan bombalarla katledilirken bir o kadarı da yurtsuz yuvasız bırakılmaktadır. Kıyım yapanların dışında pek çok devlet ve millet o alçaklıklara seyirci kalmakta. Bu rezalete Türkiye’den başka ses çıkaran yoktur. Acı üstüne bir başka zehir de müslüman kardeşlerinin mahvına ya kafirle birlik olan yahut göz yuman Suudi Arabistan, BAE, Mısır’ın başı çektiği nice Arap Devletlerinin aymazlığıdır. Velhasıl yaratan nizam koyan Allah geçmiş asırlarda sapıtan Lut Kavmi, Nuh Kavmi, At Kavmi’ni nasıl cezalandırıp helak ettiyse bu gün de insanlık benzer bir gazabın eşiğindedir bize göre naçizane…
Bizler de, ana baba, ebe ,dedelerimizin insanlık, islamlık, ahlaki davranışlarından hayli uzaklaştık. Komşuluk akrabalık gerçek dostluk sevgi saygısını kaybettik. Kadınımız kızımız nice erkeğimiz mahre miyeti haramı helali ayıbı günahı boşverdi. Gençlerin yaşlılarına eski hürmeti yok oldu.. İşte bu yüzden Gorona musibetiyle uyarıldığımızı düşünecek, kaybettiğimiz bizi biz yapan değerlerimize tekrar dönecek, Rab’bın emirlerine sımsıkı sarılıp islah olacağız inşallah..
Korkmayalım, nice eksiği kusuruna ragmen bu necip Türk Milleti, Türkiye Cumhuriyeti, onun başka nı, dünyada zulmeden zalimlere tek başkaldırandır Sözde super güçlere, “artık sizin biçtiğiniz donu giymeyeceğiz, Dünya Beşten Büyüktür” diyen tek devlet tek başkandır. Yurtlarını terketmek zorunda kalan mültecilere sahip çıkan, haklarını savunan, merhametle onlara sınırlarını, gönüllerini, sofralarını açan dünyanın ışığı, medeniyetin beşiği tek Türkiyedir Türk Milletidir.Rabbim tüm insanlığa hidayet bahşetsi. Vesselam… BİTTİ
Siyaset sevdasının ağır faturası!
]
Biliyorsunuz Yeniçerilerin siyasete soyunmaları Osmanlıya pahalıya patlar. Üç beş çorbacı, birkaç bölük ağası kazan kaldırır, kelle koparırlar. Nice değerli vezirler zayi olur gider, istemezükçüler dediklerini yaptırırlar.
Derken bir İttihatçı taifesi çıkar. Evet vatansever çocuklardır, fedakârdırlar, bir şeyler yapmak isteseler de kullanılırlar.
İttihat Terakki, devlet içinde devlet olunca, muarızları da başka adreste toplanırlar: “Halaskâr Zabitân!”
Neyse biz misallerimize dönelim, okuyucumuz hisse çıkarır nasıl olsa.
Yunan zırhlısı Averof Balkan Harbi’nde, Osmanlı Donanması’nı felaket zorlar. Türk gemilerinin en iyisi 16 mil sürat yapabilirken o 22 mile ulaşabilmektedir zira. Bizimkiler üç dakikada bir mermiyi zor atar, o dakikada üç mermi sallar.
Derken efendim İmroz Deniz Savaşı patlar. 16.12.1912 Sabahı Barbaros zırhlısı, Averof’u vurur. Averof manevra kabiliyetini kaybeder, gövdesi yan yatar. Donanmadan bağımsız olarak hareket eden Hamidiye zırhlısına “Averof"u batır” emri verilir. Hamidiye’nin silah kullanmasına bile gerek yoktur, gidip şöyle mahmuzlasa tamam, Averof’u Ege’nin derinliklerine yollayacaktır kolayca. Ama yapmaz, döner gider yoluna.
Averof tamir edilip tekrar denize çıkar, Türk sivil ve askeri gemilerine kâbus olur âdeta.
Hamidiye mürettebatının işaret bayraklarını görmemiş olması da muhtemel ama İstanbul kahvelerinde Averof’un batırılması durumunda Kamil Paşa iktidarındaki Hürriyet ve İtilaf Fırkasının alkış alacağı konuşulmaktadır. İttihat Terakki’nin şansı azalacaktır bundan sonra. İttihatçı subaylar bu fırsatı bahşederler mi onlara? İnsan politize oldu mu icraatın lüzumundan ziyade “kime yaradığına” bakar. Nitekim İttihatçılar hadiseden kısa bir süre sonra (23 Ocak 1913) Bâbıâli Baskınını yapar, zikrolunan kabineyi kanla terörle dağıtırlar. Peki Türklerin “Şeytan” Rumların “Şanslı” dedikleri Averof?
İstanbul işgalinde gelip Boğaz’a yatacaktır Deli Dumrul edasıyla…
SİLAHLA SİYASET OLMAZ
Kışlaya politika sokarsan Resneli Niyaziler dağa çıkar, Yakup Cemiller Harbiye Nazırının (Nazım paşa) şakağına sıkar. Birileri Sadrazamı makamında sıkıştırır istifaya zorlar.
Siyaset ince bir sanattır oysa, kendi zemininde yapılır ve yeni yeni şeyler öğrenilir her adımda. Bu ateşten gömleği giyen kırk defa ölçmeli biçmeli aldığı kararın neye mal olacağını sormalıdır erbabına. Aksakallar bu gün için lazımdır sana. Ama tehditle, tedhişle, nümayişle başa gelirsen 6 asırlık imparatorluğu dağıtıverirsin hoyratça.
CHP hizipçidir, cumhuriyeti biz kurduk der köşe başlarına kurulurlar.
Düşünebiliyor musunuz CHP il başkanları, direkt validir, belediye başkanlığı da yaparlar ayrıca. Fahreddin Kerim Gökay İstanbul mitingi için hakikaten çalışır ve Taksim’de topladığı muazzam kalabalığı göstererek “İşte paşam İstanbul” der büyük bir kıvançla!
Meydandakiler İnönü’ye gaz, Menderes’e rey verirler o başka…
DARBELER ARASINDA
Yakın tarihimizde siyasete bulaşan askerlerin milletin reyi ile seçtiği hükümetleri devirdiğini görüyoruz. Hatta bakanları, başbakanları ipe yollarlar. Milli Birlik Komitesinde bulunan yüzbaşılar koca koca paşaları hazır ol da durdururlar.
Darbeciler, babaları yaşındaki Genelkurmay Başkanı Erdelhun Paşa’ya da olmadık hakaretler yapar. Zavallının rütbelerini söker, ellerini arkadan bağlar, ite kaka götürürler Yassıada’ya. Halbuki Orgeneral Erdelhun 1’inci Cihan Harbine ve Kurtuluş Savaşı’na katılmış tecrübeli bir askerdir. Eğer madalyalarını assa üniforması taşımaz. Kültürlüdür sonra, İngilizce, Fransızca ve Japonca konuşabilir konuklarıyla.
Ama CHP’li değildir. Ne büyük hata!
12 Eylül generalleri hem siyasileri aşağılar hem de gırtlaklarına kadar siyasete batarlar. İşin ehlini aramaz, bankalara, belediyelere, Kamu İktisadi Teşekküllerine tekaüd subayları oturturlar. Adalet umurlarında bile değildir, bir sağdan asarlar bir soldan.
Rahmetli Özal’a kadar bütün cumhurbaşkanları kışladan çıkar. Bir sivilin Çankaya’ya niyetlenmesi suçtur adeta.
Politika camiye girerse