Üçüncü göz, yeni nesil turizm yatırımları ve Belek örneği

img ]

Prof. Dr. Tuncay Neyişçi tneyisci@akdeniz.edu.tr Paylaş :

Üçüncü göz ya da plajları deniz kaplumbağaları ile paylaşmak

Not: Bu yazı Belek’te henüz tesisler işletmeye açılmaya hazırlanırken kaleme alınmıştır.

Dünyaca ünlü astronomi uzmanı Fred Hoyle, büyük bir öngörü ile daha 1948 yılında, yerkürenin uzay boşluğundaki yapayalnızlığını açıkça gözler önüne serecek uzay fotoğraflarının çekilebilmesiyle çok önemli düşünce akımlarının ortaya çıkacağı kehanetinde bulunmuştu. Aradan yaklaşık yirmi yıl geçtikten sonra bu düş Apollo 8 uzay aracı tarafından gerçekleştirildi ve kehanetin doğruluğu anlaşıldı . Apollo 15 ile dünyayı uzaydan izleyebilen James Irwın, duygularını şöyle dile getiriyordu; “Dünya bize uzayın karanlığında asılı duran bir Noel Ağacı süsünü hatırlatıyordu. Ondan uzaklaştıkça küçülüyordu; sonunda bir çakıltaşı gibi kalakaldı. Ama görüp görebileceğimiz en güzel çakıltaşıydı. Bu güzel, sıcak, canlı nesne öylesine hassas, öylesine narin görünüyordu ki, sanki parmağınızla dokunsanız kırılıp dökülecekti.”.

Discovery 5 ile aynı şansı yakalayan Sultan Bin Selman El-Suud ise “İlk iki gün uzay aracında bulunan herkes kendi ülkesini işaret etmeye çalışıyordu. Dördüncü günden sonra diğer kıtaları görmeye başladık. Beşinci gün sadece bir dünyanın olduğunu anlamıştık.” diye özetliyor izlenimlerini.

Sadece bir tek dünyanın olduğunu kavrayabilmek sadece beş günlerini almıştı bu macerayı yaşayan dünyalıların. Tüm yeryüzüne arka çıkma, onu koruma düşüncesine ulaşan Soyuz 14 astronotlarından Yuri Artyukin’in izlenimleri ise şöyle; “Bu birlik ve bütünlük duygusu basit bir gözlem değil. Beraberinde bir merhamet duygusu da oluşuyor. İnsanlar yeryüzüne nasıl davranıyorlar!.. Bunu düşünmeye başlıyorsunuz. Bir denizde ya da gölde bir parça kirlilik saptamış olmanızla ilgisi yok. Hangi ülkenin ormanlarında yangın çıkabileceği ya da hangi kıtada bir kasırga patlayabileceğini oradan gözlemliyor olmanız da önemli değil. Tüm yeryüzüne arka çıkmaya, onu korumaya başlıyorsunuz.”

Burada tanımlanmaya çalışılan, bir çakıltaşı kadar küçük, bir parmak dokunuşuyla kırılabilecek kadar narin, arka çıkılmaya ve korunmaya muhtaç tek ve yapayalnız bir dünya. Bu dünya ile bizim tanıdık dünyamız aynı dünya olabilir mi? Bize koskocaman görünen dünyamız bir çakıltaşı boyutuna küçülebilir mi? Astronotlar yalan söylüyor, televizyonlar hayal gösteriyor olamazlar. İşte yaşlı dünyamızın gerçek boyutları.

Bu deneyim, dünyayı uzaydan gözleyebilme, gerçekten de, Hoyle’nin ileri sürdüğü gibi yepyeni düşünce akımlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1970’li yıllarla birlikte, küresellik tartışmalarının başlamış olması, derin ekoloji kavramında insanın, Gia hipotezi kapsamında dünyanın yeniden farklı değerlerle sorgulanması hep bu nefes kesici deneyimin sonrasına tarihlenir. Çevreci hareketlerin doğum tarihi de, bir tek dünyamız olduğunu somut bir biçimde algıladığımız bu yıllara denk düşer. O günden bugüne tartışılan, yepyeni bir dünyada yepyeni bir insan kavramıdır. Farklı dünya coğrafya parçaları üzerinde, insana hizmet sunma durumunda olan turizm sektörünün, insan ve dünya kavramlarına ilişkin bu köklü değişimi iyi değerlendirmesi ve değişimin mantığına uygun yeni stratejiler geliştirmesi kaçınamayacağı bir sorumluluktur.

Dünya artık canlı ve cansız ögelerin rastgele bir arada bulunduğu bir oturma odası olmanın ötesinde, karşılıklı bağımlılıklar ve destekler yoluyla, kendi kendini yöneten koskocaman canlı bir organizma olarak görülmektedir. Yaşama gücünü yarışmadan (rekabetten) değil işbirliğinden alan bu sistemde, ister canlı ister cansız olsun, var olan her şeyin değerli ve saygıya layık olduğu kabul edilir. Örneğin taş olmadan onun ayrışmasıyla oluşan toprağın, toprak olmadan onun üzerinde yetişen otun, ot olmadan onu yiyerek yaşayan koyunun, koyun olmadan onunla beslenen kurdun ya da insanın olması mümkün değildir. O halde, insanı da içine alan tüm yaşam ile taş, toprak, ot, kurt, vb. arasında yaşamsal bir ilişkinin, bağımlılığın varlığı kesindir. Salt bu dünyada var oldukları için, tek tek ve birlikte, taş, toprak, ot, kurt da, bu bağlamda, en azından insan kadar değerli, gerekli ve saygı değerdir.

İnsanın bu ölçekte tanımlanması onu, üzerinde var olduğu dünya ya da içinde yaşadığı ekosistemin, istediği her şeyi yapabilen egemen ve hükümran bir türü olmaktan çıkarıp, eşdeğer bir bileşene, bir parçaya dönüştürür.

Son yirmi yıldır turizm sektöründe sıklıkla duyulan eko-turizm, yumuşak turizm, sürdürülebilir turizm, yeşil turizm, kırsal turizm, doğa turizmi vb. adlar altında duyduğumuz, örnek uygulamalarını gördüğümüz turizm türleri çıkış noktalarını dünya ve insana ilişkin bu yeni tanımlamalardan almaktadırlar. Farkında olmalısınız, artık plajların, denizlerin, dağların, gökyüzünün sadece bize, insanlara ait olduğu iddiasından vazgeçtik. Kayıtsız şartsız hükümran olduğumuzu sandığımız egemenlik alanlarımızdan giderek artan bir hızla geri çekiliyoruz. Plajlarımızı deniz kaplumbağaları ile paylaşıyor, onların yumurtalarını kumsalımıza bırakmasını saygı ile karşılıyoruz. Bir tesis inşa ederken ağaçların kesilmemesine, doğal bitki örtüsünün tahrip olmamasına, kuşların ürkütülmemesine, kısacası ekosistemin insan dışındaki diğer ögelerinin varlığına özen ve saygı gösteriyoruz, göstermek zorunda kalıyoruz.

Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, dünya ve insan tanımlamalarına ilişkin bu köklü değişimin derinlemesine kavranabilmesi turizmin geleceği açısından son derece önemlidir. Gelişmekte olan ülkeler, turizm yatırım kapasitelerinin hemen hemen tümünü kullanmış durumdaki İspanya, İtalya, vb. ülkelere oranla, değişen turizm talebini karşılayabilecek potansiyel değerleri içeren, göreli olarak daha geniş ve kapsamlı kaynaklara sahiptirler. Bu özellik, gelişmekte olan ülkelere turizm yatırımlarını, yıkmak zorunda kalmadan, bu talep değişimiyle bire bir örtüşür biçimde gerçekleştirebilme şansı tanımaktadır. Bu şans daha az yatırımla çok daha büyük gelirlere ulaşabilme olasılığını içermektedir.

Ekosistemin ya da tüm dünyanın bir parçası olduğunu kavramış ve bunu yaşama biçimine dönüştürmüş olanlar, ABD, Almanya, vb. ekonomik ve kültürel tüketimleri yüksek ülkeler ve bu ülkelerin ağırlıklı olarak turizme katılan vatandaşlarıdır. İster gelişmiş, ister gelişmekte olsun, aynı ülke içinde bile bu tür kaygıları ve talebi olanlar kültürel ve ekonomik olarak daha üst seviyede olan kesimleri oluşturmaktadırlar.

Ekonomik ve kültürel tüketimi yüksek bu kesimin talep profiline uygun yatırımların gerçekleştirilmesi, ister istemez üst gelir gruplarına yönelik, ekonomik ve sosyal yönden çok daha kazançlı ve güvenilir bir turizm yapılanmasını, mutlaka, sağlayacaktır. Kaynakların aşırı derecede kullanılıp kısa sürede tüketilebilme olasılığı da böylece kabul edilebilir sınırlara çekilmiş olacaktır.

Son on-on beş yıl içinde, yani bu talep değişiminin ortaya çıktığı dönemde büyük bir yatırım hamlesine girişen Türk turizminin bu çok önemli şansı iyi değerlendirip değerlendiremediği tartışmalıdır ve tüm yönleriyle tartışılmalıdır. Ancak, fiyatlar ve doluluk oranları bu şansın iyi değerlendirilemediğini net ve matematiksel bir kesinlikle ortaya koymaktadır.

BETÜYAP öncülüğünde Belek bölgesi turizm yatırımları ülkemizde bu değişimi dikkate alan ilk turizm yatırımları olmuştur. Bölgenin ve yörenin ekolojik ögeleri tesisler ve turistler ile birlikte ele alınmış ve bütüncül bir uygulama gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Ülke turizm uygulamasında ilk kez, otellerin, kumsalın, güneşin, kültürel değerlerin yanında, bitkiler, kuşlar, jeolojik yapılar vb. canlı ve cansızlar da, doğaya saygılı turizm yaklaşımının tanıtım ve pazarlama malzemeleri olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu uygulamanın olumlu tepkiler bularak örnek olması cesaret verici olmanın ötesinde, yaklaşımın doğruluğunu haklı çıkaran bir gelişmedir.

Plajları kaplumbağalar, denizi Akdeniz fokları, dağları ormanlar, gökyüzünü kuşlarla paylaşmak durumunda olmak, bir jeolojik oluşuma, ürkütücü bir yılan türüne saygı duyabilmek pek çok kimseye yadırgatıcı gelebilir. Ama bu özü değiştirmez, değiştirmemeli. Varlığından bile haberdar olmadığımız, toprakta azot bağlayan bir bakteri ile insan yaşamı arasındaki bire bir ilişkiyi kurabilmek, görebilmek yadırgama duygusunu bağımlı olma bilincine dönüştürebilir. Eğer o bakteri, bitkiler ve tüm canlılar için değerli bir besin maddesi olan azotu bağlayarak bitkilerce kullanılabilir hale dönüştürme görevini bir an aksatsa, bir azot okyanusunda yaşıyor olmamıza karşın (atmosferin yaklaşık üçte biri azottur), ne bir turist, ne bir deniz kaplumbağası, ne bir zakkum, ne bir tavşan ve ne de bir turizmci olabilirdi ortalıkta. Bitkilerin ürettiği oksijen olmadan hangimiz var olabiliriz ki?

Çam ağacı, yalıçapkını, kıyı kumulu, bulut, turist, gök gürültüsü, rüzgar, kireçtaşı, bunlar sadece bir bütünün bir birbirini tamamlayan parçalarıdır. Birinin olmaması durumunda diğerinin olabilmesi kuşkuludur ve bu nedenle hiçbiri diğerine göre daha önemli ya da daha önemsiz değildir. Turizm planlaması bu canlı ve cansız ögeleri dikkate aldığı, onlara saygılı olduğu oranda başarılı olabilecektir. Bu ise turizm planlamacılığı ve işletmeciliğinde, ekonomik bakış açısının yanında, doğa bakış açısı diyebileceğimiz, yeni bir bakış açısının varlığını gerekli kılar. Kullanıma açılacak alana bir kendi gözümüzle , bir yöneticinin gözüyle ve bir de bir deniz kaplumbağası, bir kızılçam, bir poyraz, bir deniz, vb. gözüyle bakabilme ve bu bakışı yaşama geçirebilmenin yöntemini bulmalıyız. Olayı kendi ya da kabul edeceğimiz turistin gözüyle görebilmek kolay öğrenebileceğimiz ve aslında bir dereceye kadar bildiğimiz bir konudur. Ancak olaya denizin, ya da deniz kaplumbağasının gözüyle bakabilmek ve görüneni kararlara yansıtabilmek oldukça zor ve zaman alıcı görünmektedir. Zor ve zaman alıcı görünmesi bundan vazgeçmemiz anlamına gelmez. Bunu en kısa sürede başarmak zorundayız.

Çok değil sadece yirmi yıl sonra, bir çınar ağacı ile eşdeğer olmak, olaya bir deniz kaplumbağası gözü ile bakabilmek gibi bugünün yerleşik değerleri ile çoğumuza saçma, inanılması güç gibi gelen düşünce, tıpkı Fred Hoyle’nin 1948 yılındaki öngörüsünde yaşandığı gibi, hepimizin doğal kabul ettiği bir olgu haline dönüşecektir. Bundan hiç kuşku yok.

Belli bir coğrafyada insana hizmet sunmak durumunda olan turizm sektörü bu değişimi herkesten önce ve herkesten iyi kavramak durumundadır. Başarı kavrama derecesiyle orantılı olarak artacak ya da düşecektir. Belek bu konuda örnek alınıp geliştirilebilecek ilk adımı atmıştır. Yolumuz açık olsun.

TurizmGüncel’in Telegram kanalı yayında. Günün öne çıkan turizm haberleri için: https://t.co/KNoOKYG8OD pic.twitter.com/UUvgvILSA1 — TurizmGüncel (@turizmguncel) January 26, 2021

Bu Makale 26.07.2021 - 13:08:41 tarihinde eklendi.

Vaka-i Vakvakiye: Çınar Olayı haberi

img ]

Çınar Vakası nedir? Vaka-i Vakvakiye nedir? Vaka-i Vakvakiye ne demektir?

Vaka-i Vakvakiye (Çınar Vakası); Osmanlı Devleti’nde isyancıların çınar ağacına asılarak teşhir edildiği olaylardır. En ünlüsü 17. yüzyılda IV. Mehmet‘in saltanatı sırasında 4 Mart - 8 Mart 1656 tarihleri arasında İstanbul’da çıkan Yeniçeri ayaklanmasının bastırılmasılmasında sonrası isyancıların asıldığı olaydır.

Tarih kaynaklara göre, 1655 yılında Girit’ten dönen Yeniçeriler paralarını alamadıkları için isyan edince, Padişah IV. Mehmet isyancıların idamını istediği Kızlar Ağası ve Kapı Ağası ile müsahibini boğdurtur. Cesetleri isyancılara verilir. İsyancılar cesetlerden kestikleri başları, At Meydanı’ndaki bir çınar ağacının dallarına asarlar. İstanbullular, dalları insan kafasıyla dolu ağaca Vakvak Ağacı (Şecere-i Vakvak) derler.

Osmanlı Tarihçileri olayı “bir memlekette bir acayip ağaç varmış, meyveleri insan şekil ve suretinde imiş, ‘vak vak’ diye de ses verirmiş, bundan o çınar ağacına “Vakvak Ağacı” adı verildi ifadeleri ile kaydederler. Din bilginleri ise bu çınarı telmih sanatı ile “cehennemin meyveleri insan başı olan ünlü vakvak ağacına” benzetirler.

İkinci Vaka-i Vakvakiye , II. Mahmud’un 1826 yılında Yeniçeri Ocağını kapatması (Vakayı Hayriye) sırasında çıkan isyanlar sonrası yaşanmıştır. İsyan eden Yeniçerilerden yakalananlar idam edilir, cesetleri Yeniçerilerin daha önce devlet adamlarının cesetlerini astıkları çınara asılır. Ağaç insan şeklinde meyve verdiğine inanılan cehennem ağacı Şecere-i Vakvak’a (Vakvak Ağacı) benzetildiği için bu olaya da Vaka-i Vakvakiye (Vakvak Olayı) adı verilir.

Keçecizade İzzet Molla, bu manzarayı şu mısraları ile ölümsüzleştirir:

“Bir zaman ehl-i fitne Cami-i Han Ahmed’de Bi-günah asmıştı kullarını Hallâk’ın

Şimdi erbâb-ı şeka’nın dökülüp kelleleri Meyva vaktine yetiştik Şecer-i Vakvak’ın”

Bakınız: Vakvak Ağacı: Şecere-i Vakvak

Osmanlı’nın bilinmeyen özelliği: Çınar ağacı

img ]

Hiç dikkat ettiniz mi? Etrafınızda, şehir merkezlerinde koca koca, yaşlı çınar ağaçları vardır. Peki bunların orada olmasını bir nedeni olduğunu düğününüz mü? Evet, onların orada olmasını bir sebebi var. Yani rastgele oluşmuş ağaçlar değillerdir.

Çınarın Türk tarihindeki yeri

Milletlerin tarihlerinde birçok varlık önemli bir yer almaktadır. Kimi ayıyı sever, kimi kurdu, kimi aslanı… Türkler’de de kurt kadar önemli başka bir canlı çınar ağacıdır. “Ulu ağaç” olarak nitelendirilen çınar evin ağacıdır. Doğumun temsilcisi olan çınar, yapraklarını geç dökerse kışın geç geleceğini, erken dökerse sert geçeceği inanışı vardı. Hatta çocukları doğduğunda bir çınar ağacı diken aileler, uzun ömürlü olmalarını istedikleri için böyle bir şey yaparlardı.

Osmanlı döneminde ise geçmiş ile geleceği birbirine bağladığına inanılırdı. Çünkü çınarın ömrü çok uzundu ve nesiller boyunca bir mesaj aktarabilirdi.

Osman Gazi’nin rüyası

Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve ilk padişahı Osman Gazi’nin Şeyh Edebali’nin evinde gördüğü bir rüya geçmişten beri anlatılagelen bir vaka olmuştur.

Rüyaya göre Osman Gazi rüyasında, vakit sabah ezanına yaklaşmışken, yorgunluk ve uyku da bir hayli bastırmışken, Kur’an elinde, yaslandığı yerde, tatlı bir uykuya daldı Osman Bey. Uyurken bir rüya gördü. Rüyasında kendisi Şeyh Edebali’nin yanında yatıyordu. Edebali’nin göğsünden bir hilal doğdu. Hilal biraz yükseldikten sonra büyüdü, büyüdü ve dolunay haline gelince kendisinin göğsüne girdi. Daha sonra göğsünden bir ağaç bitip büyümeye, yükselmeye başladı. Bir çınar ağacıydı bu. Büyüdükçe yeşerdi, güzelleşti. Dallarının gölgesiyle bütün dünyayı kapladı, dünyanın her tarafından insanlar gurup gurup gelip bu çınarın gölgesine giriyorlardı, çok mutlu ve neşeliydiler. Ulu çınarın gölgesinde dağlar, dağların dibinde pınarlar gördü. Ağacın yanında ise dört sıra dağlar gördü ki bunlar Kafkas, Atlas, Toros ve Balkanlardı. Ağacın köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna çıkıyordu. Bu nehirde koca koca gemiler yüzüyordu. Tarlalar ekin doluydu. Ağaçlar meyve dolu. Dağların tepeleri ormanlarla örtülüydü. Ruy-i Zemin yemyeşil, asuman masmaviydi. Vadilerde şehirler vardı. Şehirlerde camiler arz-i didar ediyordu. Bunların hepsinin altın kubbelerinde birer hilal parlıyor, minarelerinde müezzinler ezan okuyorlardı. Ezan sesleri ağaç dallarındaki kuşların cıvıltısına karışıyordu. Bir ara ulu çınarın yaprakları kılıç gibi uzamaya başladı. Derken bir rüzgâr çıkıp bu yaprakları İstanbul’a doğru çevirdi. Şehir iki denizin ve iki karanın birleştiği yerde iki masmavi firuze ile iki yemyeşil zümrüt arasına oturtulmuş pırıl pırıl bir elmas gibiydi. Sanki bütün dünyayı kuşatan geniş bir ülke gibi halkalanan bir yüzüğün kıymetli taşını andırıyordu İstanbul. Ve nihayet Osman Gazi Han bu yüzüğü parmağına takıyorken uyandı.

Bu olaydan sonra Osman Gazi ve nesli tarihe damga vurdu.

Meydanlardaki ağaçlar ne için?

Osmanlı toprakları git gide büyümeye başlamıştı. Her yıl yeni şehirler fethediliyordu. İşte burada devreye çınar ağacı giriyordu. Belli başlı şehirlerin meydanlarına çınar ağacı dikiliyordu. Uzun ömürlü bu ağaçlar da, şehir başka devlet tarafından fethedilse bile orada Osmanlı’dan bir eser olarak kalıyordu. Sonuçta yeşili dünyanın ortak değeridir.

selcuk.bulut@milliyet.com.tr