Sosyalistler ve ülkeye sahip çıkmak - HABERLER Son Dakika

img ]

Sinan Dervişoğlu yazdı | Sosyalistler ve ülkeye sahip çıkmak

07-08-2021 00:33

Sinan Dervişoğlu

Geçtiğimiz yazımızda (bkz. “Tüm Emekçilerin Partisi Olmak”) sağı desteklemiş emekçilere yönelmenin ve burada mevzi kazanmanın pratik-politik çalışma düzlemi boyutuna değinmiş, bunun zenginleştirilmiş bir ideolojik söylemle bütünleşmesi gerektiğini söylemiştik. Bu yazımızda bu ideolojik söylemin birinci bileşenini, ülkeye sahip çıkma görevini ele alacağız.

Sağın Türkiye emekçileri üzerindeki ideolojik hakimiyetinin iki temel bileşeni vardır: Milliyetçilik ve din. Bu unsurlar karşısında “sosyalistler milliyetçiliğe karşıdır ve halkların kardeşliğini savunurlar” ve “din kitlelerin afyonudur” şeklindeki temel önermelerle yetinen bir tavır, ülkenin %60’ını etkileyen gerici söylemin gücü karşısında hiçbir şey yapmamak, bu etkiyi bir blok olarak baştan kabullenmekle aynı şey demektir. Sosyalistler bu iki temel ideolojik payandayı hedef almak, zayıflatmak, bunların zaaf ve iç çelişkilerini teşhir etmek, bu payandalarda çatlak yaratmak ve yıkmakla yükümlüdür. Bu konuda hiçbir etkili söylem ve çaba geliştirmeden, bizim hedef kitlemizin parçası olan sağın tabanındaki dürüst emekçilere ulaşma hedefimiz, en fedakâr sınıf çalışmasıyla bile son derece sınırlı kalacak, sosyalistler gene CHP’nin %25’lik tabanının etrafına kilitlenmekten başka bir konuma varamayacaktır. “Sağcılar CHP’li olsun, CHP tabanı da bize gelsin” şeklindeki “kompartıman” mantığının ilkelliğine önceki yazımızda yeterince değinmiştik. Dolayısıyla bu yazımızda, burjuvazinin şoven milliyetçiliğini etkisizleştirmek için geliştirmemiz gereken ideolojik söylem üzerinde yoğunlaşacağız.

Milliyetçilik, tıpkı din gibi, aslında son derece basit, doğal ve kendiliğinden hislere dayanır ve onları istismar ederek ve çarpıtarak kendini inşa eder. Nedir bunlar? “Ülkemiz gelişkin ve zengin bir ülke olsun, halkımız mutlu ve zengin bir yaşam sürsün, yabancı güçler bu ülkeyi manipüle edip at oynatmasın, ülkemizi gene bizim insanlarımız onurlu bir şekilde yönetsin, bu ülkenin vatandaşı olarak yabancı ülkeler karşısında daha geri bir seviyede kalmanın üzüntüsünü ve utancını yaşamayalım”. Burjuvazi bu temel ve haklı duyguları çarpık ve zararlı ideolojik öğelerle birlikte yoğurur, bunları ulusal üstünlük, “öteki” olan herkese düşmanlık, ırkçılık, “askeri zafer “edebiyatıyla militarizm ve devlete (yani kendi sınıf iktidar aygıtına) sadakatle birleştirerek milliyetçiliği inşa eder ve egemen kılar. Buna karşılık hareket noktası olan bu saydığımız temel duygular, sosyalistlerin de Türkiye gibi bağımlı bir ülkede on yıllardır savunduğu ve sahip çıktığı düşünceler ve özlemlerdir; ancak bu konudaki duyarlılığımız son 30 yılda ciddi bir gerileme içindedir. Açalım:

SOSYALİSTLERDE ‘YURTSEVERLİK’ VE ‘TÜRK’ FOBİSİ

12 Eylül faşist darbesi sadece sol hareketi dağıtmak ve örgütsüzleştirmekle kalmadı, aynı zamanda hem cunta, hem de ondan sonra gelen sağ iktidarlar kendi halk düşmanı politikalarına meşruiyet kazandırmak için Türkiye’ye ait olan (ve halkta bir saygı uyandıran) tüm motif ve sembolleri utanmazca kullandılar, sömürdüler ve kirlettiler. 1960’larda burjuva öğeler içermekle birlikte devrimci gençlerin saygıyla söyledikleri İstiklal Marşı, 12 Eylül faşist kudurganlığının sembolü haline getirildi ve hapiste sadece Kürt devrimcilerine değil, Türk devrimcilere de zorla ve işkenceyle ezberletildi. Nazım’ın hüzünle karışık bir gururla “Ay yıldızlı esir bayrağımız” diye selamladığı ulusal bayrak Kürt düşmanlığının, devlete itaatin, orduya yaltaklanmanın motifi haline geldi; milyonların nezdinde hala ulusal bağımsızlığın sembolü olmaya devam eden bu bayrak, cinayetlerin, infazların, katliamların üzerine çekilen bir örtü olarak kullanıldı. Türkiye’de sosyalistlerin 1930’den beri en önemli değerlerinden biri olan anti-emperyalist duygular dahi, bu süreçte (emperyalizmin yeminli uşakları olan) generaller ve sağ politikacılar tarafından hayasızca sömürüldü: Kemalizmi kullanan “seküler” faşistler “Batı güçlü bir Türkiye istemiyor; Kürtleri kullanıp bizi bölmek istiyor” yalanını fütursuzca yayarken, yıllar sonra İslamcı faşistler aynı yalanı “ABD ve Avrupa Reis’i devirmek istiyor” versiyonuyla sürdürdüler; hala da sürdürüyorlar. Böylece, bir zamanlar değerli devrimci Mahir Çayan’ın yazılarında “devrimcilerin elinde güçlü bir silah” ve devrimi yakınlaştıran bir unsur olarak zikrettiği “halktaki doğal gavur düşmanlığı”, 12 Eylül sonrasında gericiliğin kendi lehine çevirdiği bir silah haline getirildi. Başka bir deyişle 12 Eylül sonrası gericilik, solu sadece fabrikalardan, sendikalardan, gecekondu mahallelerinden ve kırsal kesimdeki politik mevzilerinden değil, halkın zihnindeki geleneksel ideolojik mevzilerinden de söküp attı.

Bu sürecin sosyalistlere etkisi ne oldu? 12 Eylül sonrası 40 sene boyunca (ve hala) sistematik baskıyla Türkiye sosyalistlerinin ağzının ve ellerinin bağlandığı, kitlelere ulaşmak için kullandığı tüm kanalların vahşice bastırıldığı bir ortamda, bu sözde “vatansever” yalanlar kitleler tarafından daha kolay kabul gördü ve absorbe edildi. Öte yandan burjuvazinin iktidarını sağlamlaştırmak ve kitleleri uyutmak için sonuna kadar kullanılan ve kirletilen, Türkiye’ye ve Türk kimliğine ait tüm bu motifler, sosyalistlerin gözünde bir zulmün ve aldatmacanın unsurları olarak algılandı ve birer nefret objesi haline geldi. 12 Eylül sonrasında sürekli ve gitgide şiddetlenen ekonomik yıkım ve baskı politikalarını dengelemek için ideolojik hegemonyaya dört elle sarılan gericilik, bu furyada (ülkemizde siyasi bilincin önemli bir bileşeni olmaya devam eden) tarihi ve tarih bilincini de kendi arasında “parselledi”: Kemalist resmi ideolojiyi kendine kalkan edinen (hem asker, hem sivil) faşistler Kurtuluş Savaşı’nı, özünde Mustafa Suphi’nin deyimiyle “Anadolu’nun mazlum amele ve rençperlerinin” emeği ve kanıyla kazanılan bağımsızlığı sahiplenerek onu bir “Paşalar destanı”na indirgediler; Türk-İslam sentezci gericilik ise 1920 öncesi Türk halkının 1000 yıllık tarihini, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve diğer halklarla olan ortak yaşanmışlığını tek kalemde silerek, Türk ve Müslüman olmayan her şeyi yok sayarak onu bir “yüce padişahlar ve askeri zaferler” silsilesine çevirdiler. Tarihimizin bu gözü dönmüşçesine yağmalanması sürecinde sosyalistlere “bırakılan” tarih ise 1960 sonrası devrimcilerin, Deniz’lerin, Mahir’lerin, Behice Boran’ların anılarından ibaret kaldı. Burada şu ilginç gözlemi yapmak gerekir: Sosyalistlerin hakkında yegâne söz söylediği ve fiilen hapsedildiği bu 60 yıllık tarih şeridinin Türk halkının bu topraklardaki 1000 yıllık, bir bütün olarak Anadolu halklarının 3000 yıllık tarihinin içindeki oranı, aynı sosyalistlerin Türkiye siyaseti içindeki kitle desteği oranına neredeyse eşittir; hiç de tesadüf olmayan bu “eşitlik” üzerine biraz düşünmek gerekir.

KİMLİKÇİLİK ÇIKMAZI

Gericiliğin iktidarını sağlamlaştırmak için estirdiği bu “yalan rüzgârı”nda, bu ideolojik sahtekarlık fırtınasında solun bir kısmı resmi ideolojiye teslim olup CHP kuyrukçuluğuna kapılırken, diğer bir kesimi de zıt bir noktaya savrularak, “yüzüne ışık tutulan canlıların ışığın dışına kaçamaması” türü bir refleksle kendilerini burjuvazinin işine gelen başka bir yanlışa, kimlik siyasetine hapsettiler. Kürt Özgürlük Hareketinin 1980 sonrasında büyük bedeller ödeyerek kazandığı başarı (Kürtleri kıskançlıkla karışık bir kompleks ve düşmanlıkla izleyen hastalıklı bir kesim dışında), solun geniş kesimlerinde haklı bir hayranlık ve saygı yarattı. Ancak bu hayranlık, 60 milyona yaklaşan nüfusuyla ülkemizde hala devasa bir çoğunluğu teşkil eden Türk halkı içinde hiçbir kalıcı ve anlamlı devrimci mevzi kazanamamanın, fark yaratan bir siyasi başarı oluşturamamanın iç kırıklığıyla birleşince başka bir yanlış, bir savrulma gündeme geldi: “Enternasyonalizm” adına kimlik politikalarını başa koymaya, kimlikçi politikaları ilkesizce ve hiçbir sınıfsal analize tabi tutmadan alkışlamaya, gene enternasyonalizm adına (gericiliğin politikalarına karşı ilkel bir tepki olarak) “Türk” olan her şeyi gericilikle damgalamaya varan tavırlar gelişti. Coğrafyamızın yüzyıllardır ezilen diğer kimliklerinin, Ermeni, Rum, Çerkes, Laz kimliklerinin son dönemlerde bilince çıkması hem demokrasi mücadelesine yeni boyutlar katan, hem de sosyalistlerin ülkeye ilişkin kavrayışlarını geliştiren son derece olumlu bir gelişme olmuştur. Ancak bu gelişme karşısında yukarda değindiğimiz bu hatalı tavır, bu sefer “Kürtten daha Kürtçü, Ermeniden daha Ermeni milliyetçisi” bir tepkisel refleks geliştirdi (bu furyada Mustafa Suphi’in dahi “sosyal şoven” olduğu iddia edildi !). Sosyalist hareketin bütününde saygın bir yeri ve geçmişi olan bazı liderlerimizin, kendilerini son dönemde “Çerkes Solu”, “Laz solu” olarak tanımlamakla yetinmeleri de bu resmin hazin bir parçası oldu. Resmi ve şoven Türkçü ideolojinin ezdiği ve yok saydığı bu kimliklerin gelişmesini, serpilmesini, bu kimlikleri taşıyan yurttaşların başı dik ve onurlu bir şekilde ülkenin siyasetinde yer alması sadece sosyalistlerin değil, tüm ilericilerin en temel demokratik görevidir ve halklarımızın ortak özgürlük mücadelesinin vazgeçilmez parçasıdır. Ancak bu kimlikler, gericiliğin pençesine düşmüş Türk halkı ve emekçileri arasında kayda değer bir güç yaratamamanın üzüntüsünün teselli bulduğu birer “güvenli liman”, başarısızlık yaralarının sarıldığı birer “sığınma evi” haline getirilmemelidir. Başta binlerce ölü veren ve hala ağır bedeller ödemeye devam eden kardeş Kürt halkı olmak üzere tüm bu halkların en büyük ihtiyacı, sadece övgü, alkış ve pohpohlama değil, esas olarak kardeş Türk halkı içinde kendilerine destek olacak etkili bir devrimci gücün yaratılmasıdır. Temel görev budur; ancak devrimciliği salt ezilen kimlikleri desteklemeye indirgeyen ve ülkesinin kültüründen ve tarihinden ya habersiz, ya da ona ait tüm motifleri “potansiyel olarak gerici madde” olarak algılayan bir sol tavırla bu görevin yerine getirilmesi mümkün değildir. Dahası, böylesi bir tavırla, yazı dizimizin temel konusu olan “sağın etkilediği emekçileri sosyalist mücadeleye kazanma” görevini hayal dahi etmek imkansızdır. Kendi halkından ve ülkesinden uzaklaşan bu tavır, anlaşılır tarihsel sebeplere dayansa dahi sonuçta travmatik bir tavırdır, 12 Eylül ve sonrasındaki gerici hegemonyanın yarattığı “travma sonrası sendromudur”. Bu travmatik tavrı temsil edenler sol hareket içinde bir azınlık dahi olsa, bu konularda yarattıkları “mahalle baskısı” ile sağlıklı düşünmeye açık sosyalistleri de etkiledikleri, onların Türkiye’yi kavramak ve kucaklamak konusundaki çabalarında bir tür manevi korku ve çekingenlik yarattığı ortadadır. Travma ile değil devrim, hiçbir ciddi işi başarmak mümkün değildir, ve doğru olan, bilimin ve somut gerçeklerin ışığında travmanın üzerine gitmek ve onu aşmaktır.

Gene 80 sonrasında “ortodoks” ve “saf” bir “Marksizm” adına “yurtseverlik milliyetçilikle aynı şeydir; 2.Enternasyonalin hain ve şoven reformistleri de “yurtseverlik” adına hareket ettiler” tarzında yaklaşımlar yer yer savunulmuştur. Yakın geçmişte Kemalist güçlerin teveccühünü kazanmak için “Yurtsever Cephe” kuran kimi tanıdık “komünist”lerin ilkesiz politikaları da bu argümanı destekler görünmektedir. Ancak bu çarpık tespitin yanlışlığı ortadadır: “Proletarya diktatörlüğü” kavramından hareketle Kamboçya’da milyonlarca insanı katleden Pol Pot ve şürekâsının sapık politikaları nasıl “proletarya diktatörlüğü” kavramını tarihsel olarak geçersiz kılmıyorsa, 2.Enternasyonal hainlerinin ”yurtseverliği” de, 20.yüzyılda komünist hareketinin kitlesel başarılarında önemli bir yere sahip olan “devrimci yurtseverlik” anlayışını geçersiz kılmaz (başta Fidel ve Che olmak üzere tüm Latin Amerikalı devrimci ve komünistlerin ortak sloganı olan ve bugün dahi bu halkları hala ateşlemeye devam eden “Patria o Muerte”, “Ya Vatan, Ya Ölüm” şiarını hatırlamak yeterlidir)

Tespit yanlış, ama temel kaygı haklıdır: Sosyalistler sınıf mücadelesi ekseninin yanı sıra kendilerini bu ülkenin halkına ve ruhuna bağlayan bir söylemi düşünürken, kendilerini hiçbir burjuva ideolojisinin, ne Kemalist resmi ideolojinin, ne de gerici Türk-İslam sentezinin kucağına düşürmeyecek, yalnızca devrimciliği ve sosyalizmi güçlendirecek bir ideolojik platformu tanımlamak göreviyle karşı karşıyadır. Nedir bu tanım?

COĞRAFYAYA VE ÜZERİNDEKİ TARİHSEL EMEK BİRİKİMİNE SAHİP ÇIKMAK

Önce coğrafyadan başlayalım. Son yıllarda bir klişe haline gelen “Coğrafya kaderdir” sözü, on yıllardır yaşadığımız utanç verici siyasi ve sosyal duruma tepki olarak dile getirilmiş bir kötümserliğin ifadesidir. Dünyayı değiştirmeye soyunan hiçbir devrimci kötümserlikle ve kadercilikle yola çıkamaz; bu yüzden sosyalistler için doğru tanım şudur: “Coğrafya görev alanıdır”. İnsanlığa katkıda bulunmak, her alanda (siyasi, kültürel, bilimsel, sanatsal..) insanlığın ortak hazinesine bir eser vermek, ve evrenselliğe varmak için bize verili görev bölgesi, bize eser yaratmak için kullanmak üzere sunulan temel malzemedir. Büyük Nazım, bu toprakların dilini, tarihini, kültürünü kullanarak evrenselliğe vardı ve insanlığın şairi oldu. Bolşevikler Rusya gerçeğini kavrayarak yarattıkları eserle insanlığı sarstılar. Che, Latin Amerika’nın ruhunu kavrayarak o bölgede yarattığı başarı öyküsüyle insanlığın kahramanı oldu. Son yüzyılda “Türkiye” adını alan Anadolu ve Trakya coğrafyası da bu açıdan orada yaşayan bizler için tüm bir bölgeyi tahrip etmeye ve zehirlemeye devam eden gerici bir siyasi iktidar yapısını yıkarak ve özgürlükten, sosyalizmden yana bir yapı kurarak insanlığa katkıda bulunacağımız alandır, bizim “görev bölgemiz”dir. Bu hedef için öncelikle görev bölgesi”ni, ondaki tüm tarihsel, siyasal, kültürel malzemeyi iyi tanımak, analiz etmek ve ondaki ilerici unsurları kucaklamak esastır.

Nedir bu malzeme? Anadolu coğrafyası, sadece 200 yıllık tarihi olan Amerika’ya değil, “eski kıta” denilen Avrupa’ya dahi fark atacak kadar eski ve zengin bir medeniyetler beşiğidir, ve hepsi birbirinin üzerine katmanlanarak yükselen bu medeniyetlerin en eskilerinin dahi günlük yaşamda şu ya da bu oranda izlerini bulduğumuz bu yapılanma, kavranmayı ve analiz edilmeyi bekleyen ana malzememizdir. Bu malzeme sadece kralların, komutanların, sultanların ve paşaların tarihini değil, aynı zamanda güzellikten, gelişmeden, özgürlükten, sevgi ve kardeşlikten yana devasa bir birikimi içinde barındırmaktadır. Bu toprakların binlerce yıllık tarihinde güzellik, toplumsal gelişme, özgürlük ve insan sevgisi için yazılmış her satır, bestelenmiş her nota, dikilmiş her taş parçası, verilmiş her mücadele Türkiye sosyalistlerinin kendi eserlerini üzerinde kuracağı pozitif birikimi oluşturmaktadır. Büyük Lenin’in “sosyalizm, ancak insanlığın ilerici tarihsel birikimini değerlendirerek ve onu özümseyip ondan yararlanarak kurulabilir” derken kastettiği de tamı tamına budur. Sosyalist mücadelemizi ve gelecekte kuracağımız sosyalist binayı, onun temellerini ve “taşıyıcı kolonlarını”, sosyalizm biliminin ışığında, bu malzemenin içinden alacağımız yapı taşlarıyla örecek, sosyalist bir ülkeyi bu malzemenin harcıyla inşa edeceğiz.

Bu ne demektir? Bu, bir mimari şaheseri olan Süleymaniye’ye, ama aynı zamanda Hristiyan Doğu Roma dehasının bir ürünü olan (ve bugün gericiliğin cami yaparak gasp ettiği) Ayasofya’ya; hem Orta Anadolu’da taşın bir dantel gibi işlendiği Selçuklu eserlerine, ama aynı zamanda kardeş Ermeni medeniyetinin parlak eseri olan Ani Harabelerine; hem Doğu Beyazıt’taki harika İshak Paşa sarayına, ama aynı zamanda Kürt ve Süryani kültürlerinin damgasını taşıyan güzelim Mardin şehrine, hem bize sosyalizmi öğreten Nazım’a, Ahmet Arif’e, ama aynı zamanda bu topraklarda özgürlük ve gelişmenin ilk ateşini yakan Tevfik Fikret’e, Namık Kemal’e; hem Pir Sultan’ın ve Dadaloğlu’nun isyanı haykıran türkülerine, aynı zamanda resmi ideolojinin “saray müziği” diye damgalayıp yok saydığı (acaba Bach ve Mozart ne müziğiydi?) ve sayısız Rum, Ermeni, Yahudi bestekarın da katkısıyla yaratılan ve muazzam bir estetiği barındıran klasik müziğimize sahip çıkmak demektir.

Bu yaklaşım, daha baştan tanım itibariyle hem Türkler dışında hiçbir kardeş halkın bu topraklardaki varlığını görmek istemeyen ve bize yaptığı katkıyı yok sayan Kemalist resmi ideolojiye, hem de bu kısırlığa İslamiyet’in gerici yorumunu eklemlendiren Türk- İslam sentezine ters düşmekte, onların çarpık ve fakirleştirici çerçevelerini delip geçmektedir. Bu yaklaşım, hem emeği, gelişmeyi ve özgürlüğü başa koyan sosyalist özüyle, hem de tüm paydaşların emeğini yücelterek halkların kardeşliğini bilince çıkaran yönüyle ülkemiz sosyalistlerinin benimsemesi gerek tek sağlıklı yurtseverlik anlayışıdır.

İŞGAL ALTINDAKİ TÜRKİYE

Bugün Türkiye tam bir işgal altındadır. Yabancı bir ordunun değil, her türlü yabancı güçten çok daha açgözlü, acımasız, küstah, vahşi ve ilkel bir siyasi çetenin, ve onu her ne pahasına desteklemeye yeminli karanlık ve habis bir kitlenin işgali altındadır. 11.yüzyıldaki Moğol istilası hakkında net bilgilere sahip değiliz; ancak Anadolu ve Trakya toprakları o günden bugüne bu çapta bilinçli ve sistemli bir yıkıma şahit olmamıştır dersek, sanırız yanlış söylemiş olmayız. Ne 1877’de Kars’ı, 1915’de de Erzurum’u işgal eden Çarlık orduları, ne 1912’de Edirne’yi işgal eden Bulgar orduları, ne de 1920’de İstanbul’u işgal eden İngiliz ve Ege’yi işgal eden Yunan orduları, direniş gösteren halka yaptıkları zulüm dışında (ki benzer bir zulmün fazlasını mevcut iktidar yıllardır yapmaktadır) ülkeye, yani doğaya, tarihsel dokuya ve ülkenin ekonomik kaynaklarına bu kadar korkunç bir zarar vermediler; aksine (kendi topraklarına kattıklarını düşündükleri) bu bölgelerdeki zenginliği, kendi gelecekteki ulusal emelleri için korudular. Şu andaki siyasi iktidar ise, bu işgalciler kadar dahi kendini bu ülkeye ait hissetmeyen, gidici olduğunu bildiği için “cebime ne atarsam, ve benden sonrakilere ne kadar zarar versem kârdır” mantığıyla ülkeyi gözü dönmüşçesine yıkıma sürüklemiştir ve bu yıkım her an devam etmektedir. Sola ve ilerici güçlere karşı ülkemizin 90 yıllık gerçeği olan baskıyı bir tarafa koyarsak, kadınlar öldürülmekte, çocuklara tecavüz edilmekte, doğa yok edilmekte, ormanlar cayır cayır yanarken alçakça rant yasaları çıkarılmakta, şehirlerimiz beton mezarlığına çevrilmekte, Anadolu’nun efsanevi tarımı tam anlamıyla bitirilmekte, bakanlıklar bizzat bakanları eliyle soyulmakta, ülke yurt dışında aptalca askeri maceralara itilmekte, devlet kasası yağmalanmakta ve hesap dahi verilmemektedir. Dahası, 1923 ‘de burjuva bir temelde kurulan ve içerdiği çarpıklıklar dolayısıyla sol tarafından haklı olarak eleştirilen; ancak gene de içindeki iyi niyetli insanların 60 yıllık emeğiyle ülkeye olumlu değerler katabilen resmi kurumlar; eğitim, maliye, ve adalet kurumları tümüyle yok edilmiş, iktidardaki karanlığın emrine verilerek içi kurutulmuştur. İktidardaki İslamcı-faşist güruh ve onlara kader birliği etmiş olan 90 yıllık devlet içi cinayet odakları, sadece sola değil, tüm ülke ve tüm insanlarımız için herhangi bir işgal ordusunun verebileceğinden çok daha fazla zarar veren bir şer gücüne dönmüştür; ne yazık ki verdikleri zarar, baştaki partinin ve onun liderinin iktidardan gitmesiyle temizlenemeyecek kadar devasa boyutlardadır. Bu noktada Gramsci’yi anmamak elde değildir: Kendisini 1926’da mahkum eden faşist mahkemede yargıçların yüzüne şu sözleri haykırmıştır Gramsci: “Siz faşistler bu ülkeyi yıkıma sürüklüyorsunuz; onu kurtarmak da biz komünistlere düşecek !”

Gramsci bugün için ve bizler için de konuşmaktadır. Gerçekten de 15 yıldır ülkemize dayatılan bu gözü dönmüş yıkım karşısında her alanda en ön safta savaşan, doğa için, kadın için, tarih için, kentlerimiz için, ve emekçiler için tepki veren, karanlığı geriletmek için mücadele eden esas olarak bu ülkenin sosyalistleri ve ilerici güçleridir. Ne bu saldırı karşısında mırıldanmakla yetinen ve tek çözüm olan halkın sokağa dökülmesini bilinçli ve sistemli olarak engellemeye çalışan CHP yönetimi, ne de muhalefetteyken (tıpkı bir zamanlarki AKP gibi) “demokrat” kesilen, ama iktidara geçtiğinde neler yapacağı şimdiden belli olan sağcı sözde “muhalefet” bu yıkımın sessiz ve işbirlikçi seyircileri olmaktan öteye gidemediler, gidemezler de. Bu durum sosyalistler için hem tarihsel bir fırsatı, hem de bir görevi önümüze koymaktadır: İçi boşaltılmış, kirletilmiş ve şovenizme alet edilmiş sübjektif motiflere değil, ülkenin değerlerine sahip çıkmayı başa koyan bir yurtseverliğin bayrağını yükseltmenin, ve bunu sosyalizm ile birleştirmenin tam vaktidir. Hiçbir “doktriner” kaygı, hiçbir “ne derler” kompleksi, bizleri ülkeye sahip çıkma görevinden ve netliğinden alıkoymamalıdır. Anadolu’da açlık ve zulme karşı 200 yıl sürmüş köylü isyanlarının, 19.yüzyılda özgürlük ve aydınlanma için fedakarca mücadele etmiş aydınların, 1920’de kimseden emri beklemeden bağımsızlık için dağa çıkan efelerin, Demirci Mehmet’in, Yörük Ali’nin, Karayılan’ın, ve Mustafa Suphi’den Gezi şehitlerine kadar tüm devrimci kahramanlar silsilesinin mirasçısı olan Türkiye sosyalistleri, tüm emekçilerin önünde şu gerçeği olanca netliğiyle haykırmalıdır: ”Yurdumuza, onun değerlerine sahip çıkalım! Ülkemiz bir çetenin elinde adım adım yok ediliyor!. Ülkemiz Emeğin Türkiye’si, Halkların Kardeşliğinin Türkiye’si, Kadınların Türkiye’si olmadan bu yıkımdan kurtulmak mümkün değildir!”

Sosyalistler eylem olarak tüm güçleriyle çalışmaktadır, bu eylemi daha etkin hale getirmenin yolları elbette düşünülmelidir; ancak şu gerçek öncelikle bilince çıkmalıdır: Bu eylem, etkili bir söylemle birleştirilmelidir. Sosyalizmin haklılığını kategorik olarak aktaran formüller yeterli değildir; bu argümanlar emekçilerin hassasiyetleri, kaygıları, kendi tarihsel değerleri, onların kalbinde yeri olan motifleri göz önüne alarak, ve onlara monte edilerek iletilmeli ve etkinleştirilmedir. Eylemle at başı gitmesi gerek bu söylem üzerinde biraz durmamız gerekir.

ÜLKENİN RUHUNU KAVRAMAK

Che’nin meşhur motosiklet gezisi herkesçe bilinmektedir. Sosyalizmi seçmeden önce, kendi deyimiyle “ben olmadan önceki ben” döneminde Che, arkadaşı Alberto Granada ile tüm Latin Amerika’yı baştan başa dolaşmış, çiftliklerde çalışmış, sadece emekçilerle değil, askerlerle de sohbet etmiş, buradaki emekçilerin İspanyol istilasından bu yana edindikleri tüm değerleri, kaygıları, emelleri, özlemleri, sevgi ve nefret motiflerini, kafasına kazımış, kısaca bu kıtanın ruhunu kavramıştır. Yıllar sonra bir komünist olarak eyleme geçtiğinde, bu ruhun üzerine monte ettiği devrimci söylemin, onu önce tüm Latin Amerika’nın, sonra da insanlığın bir kahramanı haline getirmiş olması bir tesadüf değildir. 19. Yüzyıla ait olan, ve onun sosyalizm mücadelesi içine soktuğu “Patria o Muerte” sloganındaki Patria, yani Vatan, üç beş egemenin ya da generalin çok renkli bir kumaş parçasını egemen kılmak için çizdiği suni sınırlar değil, emekçilerin yüzyıllardır çektiği acıların son bulacağı ve emeklerinin ürünlerinden serbestçe yararlanacakları geleceğin özgür toprağıdır; başka bir deyişle Che’nin “Patria”sı devrimdir, sosyalizmdir.

Che kadar bilinmeyen, benzer bir macera da Mao’ya aittir. Ömrünün son döneminde yaptığı hatalar ne olursa olsun Mao, %80’i köylü olan aşırı yoksul ve eğitimsiz bir kitleye, Marksizm gibi Avrupa kökenli bir öğretiyi benimsetmek, ve 1 milyar insanı sosyalizm bayrağı altında birleştirip iktidara geçirmek gibi bir başarının sahibidir ve bu yönüyle saygıyı hak etmektedir. Gençliğinde evini terk eden Mao, Türkiye’nin üçte biri büyüklüğünde olan eyaleti Hunan’ı baştan aşağı dolaşmış, boğaz tokluğuna çiftliklerde çalışmış, insanlarla sohbet etmiş, önemli tarihi mekanları ve eserleri dolaşmış, yeni kurulan Çin KP’sine girdiği 27 yaşına kadar Çin tarihini, kültürünü, müziğini, hatta atasözlerini neredeyse yutmuş, bu birikimiyle partiye ciddi bir değer katmıştır. Komintern’den aldıkları talimatları uygulamakla yetinen (ve bu yüzden de Çin’de hiçbir geleceği olmayan) Parti yöneticilerinin aksine, o komünist propagandayı bu birikimi ile birleştirmiş, sadece işçiler değil, (tüm köylüler gibi) içine kapanık ve kuşkucu olan Çin köylüleri onu dinlediklerinde “bu adam bizi biliyor, bizim hissettiklerimizi bizim gibi hissediyor, bu adam bizden biri” diyerek tereddütsüz onun peşinden gitmiştir. Bu stili onu Partinin liderliğine, Partiyi de devrime ve zafere götüren başarının belirleyici bir faktörü olmuştur.

Bugün Türkiye sosyalistlerine bir “motosiklet gezisi”ni ya da ülkeyi baştan başa dolaşmayı önermek gibi bir lüksümüz yok. Ancak her sosyalist hem bir bütün olarak ülkenin, hem de çalıştığı yörenin birikimini kavramak, halkın kafasında yeri olan tüm konularda, tarihte, edebiyatta, müzikte, hatta dinde bilgi ve fikir sahibi olmak, bu bilgiyi kullanmak, sosyalizmin şiarlarını halkın değer verdiğini bildiği motiflerle birleştirerek emekçilerin kalbine ve aklına ulaşmak zorundadır. Sosyalistler, CHP’li veya sağcı, tüm dürüst emekçileri etkilemek ve kazanmak istiyorlarsa, sadece Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in gerçek alternatif tarihini değil, aynı zamanda gerici demagojinin at oynattığı 1920 öncesi tarihi, Osmanlı, Selçuklu dönemi, Türklerin Anadolu’ya gelişi ve Türk kimliğinin oluşma süreci hakkında, ve kardeş Rum, Ermeni, Kürt halklarının tarihi hakkında hem fikir, hem de bilgi sahibi olmak zorundadır. Bu bilgi, ülkemizdeki değişik yörelerin tarihsel özellikleri ve birikimi ile de birlikte değerlendirilmelidir. Bu konuda en basit bir bakışla bile ülkemizdeki potansiyelleri fark etmek mümkündür.

Trakya bölgemiz, geçmişte Balkanlarda köhnemiş bir imparatorluğun çöküşüne eşlik eden büyük kayıpları ve acıları yaşamış, ancak buna rağmen kendini şovenizme ve dinsel gericiliğe kaptırmamış, modern, açık fikirli insanların diyarıdır. Ege bölgemiz, 1920’de Mustafa Kemal’in adını dahi duymadan silaha sarılıp özgürlük ateşini yakan cesur köylülerin, Sivas kongresinden dahi önce kendi kongrelerini, hatta yerel iktidarlarını kurmuş insiyatif sahibi bir halkın bölgesidir; Cumhuriyetin pozitif değerlerin en bağlı bölgenin Ege olması da bu açıdan bir tesadüf değildir. Akdeniz bölgemiz, Anadolu’ya 11. yüzyılda gelen Türkmen boyları içinde siyasal egemenlik savaşlarının içine girmeyi reddederek doğayla iç içe ve özgürce yaşamayı seçmiş Yörüklerin, Yaşar Kemal’in Toroslarda efsaneleştirdiği Yörük kültürünün damgasını vurduğu bir bölgedir. Bugün İslami gericiliğin etkin olduğu Orta Anadolu, bir dönem insan sevgisini bir din haline getiren Mevlana’nın, hoşgörüyü ve paylaşımı başa koyan fikir lideri Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Abdal Musa’nın, son dönemde de bozkır insanının çilesini ve özlemlerini haykıran değerli Neşet Ertaş’ın diyarıdır. Doğu ve Güneydoğu, son 40 yılda akıl almaz bir vahşet karşısında boyun eğmeyen, hiçbir hükümetin diz çöktürmeyi başaramadığı, Türk ilericilerine de örnek ve cesaret veren, Türk sosyalistlerine de her zaman destek olan kahraman Kürt halkının vatanıdır. Karadeniz bölgemiz çalışkan, dürüst, neşeli, tez canlı ve hislerine çok kolay kapılan insanların, Karadeniz insanımızın bölgesidir. Bu bölgenin bugün tümüyle şoven ve gerici politikalara teslim olması, solun susturulduğu bir dönemde devletin uyguladığı sistematik politikanın, ayrıca “Kürtlere karşı vatanı koruyan Karadeniz’liler” efsanesiyle bölgesel gururu istismar etmesinin sonucudur; bu yüzden de Türkiye’de solcular Karadeniz’e “kayıp bölge” gibi bakmaktadır. Ancak şu unutulmamalıdır: 80 öncesinde Zonguldak’tan Artvin’e kadar tüm bu bölge devrimcilerin etkinliği altındaydı ve Karadeniz insanının aşırı duygusal yapısı göz önüne alındığında şimdiki dengenin somut gelişmeler sonucu tersine dönmesi hiç de imkânsız değildir. Bunun en somut ispatını da, genç yaşta yitirdiğimiz Karadenizli bir kardeşimiz, Kazım Koyuncu vermiştir. Kazım Koyuncu bir devrimci, bir sosyalistti; ve bestelediği ve insancıl değerleri işlediği şarkılarla Karadeniz insanının gönlünde kısa zamanda taht kurdu. Öldüğünde sadece solcular değil, bölgenin en güçlü spor kulübü ve kendine ülkücü, sağcı, muhafazakâr diyen binlerce insan da onun cenazesine katıldı ve onu gözyaşları içinde toprağa verdi. Bu sevgiyi kazanmak için ne yapmıştı Kazım? O Marx’tan, Lenin’den bahsetmedi; sadece doğup büyüdüğü Karadeniz’i ve onun insanını (hataları ve eksikleriyle birlikte) kayıtsız şartsız sevdi. Karadeniz’in hırçın dalgalarını, yaylalarının rüzgarını, tepelere inen sisi, dağlarının o muhteşem yeşilini iliklerine kadar hissetti ve kısacık ömründe bunları şarkıya döktü; sadece solcuların değil, onu bir sosyalist olduğunu bilen sağ görüşlü Karadenizlilerin de yüreklerine ulaşmayı başardı.

Kazım’ın müzikte başardığını, politikada başarmak bizlere düşmektedir. Ülkesinin kültürünü, tarihini, motiflerini ve renklerin özümsemiş, bunlarla silahlanmış, bu birikimi sosyalizmin bilimiyle birleştirmiş bir sosyalist hareket karşısında, burjuvazinin üç kuruşluk şoven milliyetçiliği paramparça olmaya mahkumdur. Yeter ki bunu bir görev olarak hissedelim, yeter ki bunun gereğini yerine getirelim.

Süleyman KOCABAŞ: Mustafa Kemȃl Paşa’dan Kamȃl Atatürk’e

img ]

Kişi isimlerinin değiştirilmesinden olarak, bunun öncülüğünü de yine Mustafa Kemâl Paşa’nın kendisi yapmıştı. İsmindeki Mustafa, Peygamberimizin isimlerinden birisi ve Arapça olduğu için önce bunu çıkardı. “Kemâl Paşa” oldu. Kemâli de değiştirmek niyetinde değildi. Sofrasının müdavimleri, “olgunluk, pişkinlik” anlamına gelen “kemâl” in de Arapça bir isim kelimesi olduğunu söyleyerek bunu da değiştirmesini istediler. Paşa, bu teklifi kabul edince ona, kemâl kelimesinden bozma ve kullanılınca onun çağrışımını da yaptıracak şekilde yalnızca e harfini değiştirmek suretiyle “Kamâl” ı buldular. Bu kelimenin, Orta Asya Türkçesinden Çağatayca’dan alınan ve “kale” anlamına geldiğinden bahsediliyordu. (Prof. Dr. Abdülkadir Karahan , Atatürk ve Dil, Türk Dili İçin, C. IV, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayanları, Ankara, 1972, s. 72)

21 Haziran 1934’ de çıkarılan “Soyadı ve Bazı Lakap ve Unvanların Kullanılamayacağına Dair Kanun” gereği, Kamâl Paşa, kendi isteğiyle “Öz” soy ismini almış “Kemal Öz” olmuştu.. TBMM tarafından “Paşa’mıza, bir jest veya cemile olsun” ‘ kabilinden çıkarılan “özel bir kanun” la “Atatürk” soy ismi verilip Paşa da bunu kabul edince “Kamâl Atatürk” halini aldı. Yeni nüfus cüzdanına ve kartvi zitlerine bu isim yazıldı. (Cemal Granda, Atatürk’ün Uşağı İdim, Haz. T. Gürkan, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1973 s. , 33 ve 39)) Yazışmalarda, basın ve yayında hep bu isim kullanılmaya başlandı. Ulus ve Cumhuriyet gibi gazetelerin manşetlerinde hep bu isim yer alırdı. Mesela, İstanbul’a gelişi, “Kamâl Atatürk Şehrimize Teşrif Ettiler “ manşetiyle verilirdi. O yıllarda çıkan ve Atatürk’ü anlatan kitapların isimlerinde de “Kamâl”, “Kamâlizm” kelimeleri kullanılırdı.

Yabancı bir yazar, Hanri Laporte’nin, Kamâl Atatürk’ün yaptıklarından övgü ile bahseden kitabı 1936’da “Kamâl Atatürk’ün Memleketinde” ismiyle yayınlandı. Yine 1936’ da İttihat ve Terakki Cemiyeti – Partisi geleneğinden gelme o dönemde “Türkçülük, Turancılığın mucitlerinden” denilen Tekin Alp takma adlı Yahudi ve Siyonist Moiz Kohen’in “Kemalizm”, Edirne Mebusu Şeref Aykut’un “Kamâlizm”, 1938’de de Atatürk döneminin Kültür Bakanlarından Mehmet Saffet’in 3 ciltlik “Kemalizm İnkılabının Prensipleri” isimli kitapları çıktı.

“Kamâliz” adı, halkımızın yanında, aydın ve bürokrasi kesimi nezdinde de tutmadı. “Dilde uydurukça” nın etkisinde “hamasi “ olarak kısa bir müddet için –o da sınırlı olarak- kullanıldı. Atatürk öldükten sonra tamamen terk edildi. “Kemal” ismine yeniden dönüldü. Osmanlıya ait her şeyi inkar ve kökünün kazınmasından hareketle Osmanlı çağrışımı yapan “bazı lakapların kullanılamayacağı” ndan hareketler de Mustafa Kemal Paşa’nın isminden çıkarılan “Paşa” nın kullanılması da tutmadı. Toplumumuz, kendisine yemesi için dayatılan “midesinin hazmedemeyeceği” şeyleri kustu. Bu sebepten birçok şey, yaptıkları işler “kendi akıllarında makul” sınırlı bir aydın –bürokrat zümreye “toplum mühendisliği” şeklinde inhisar ettiği için toplumda kabul görmedi. Atatürk öldükten sonra da Mustafa Kemal Paşa ismi sürekli kullanıldı. Çünkü, tarih açısında bunun yaptığı “çağrışım” daha “zengin ve kabul gören” bir çağrışımdı.

“Kamâlizm” in Din Olarak Lanse Edilmesi

Yukarıda isimlerinden bahsettiğimiz üç yazarın kitaplarında, Kamâl Atatürk’ün yaptıklarını doktrin ve ideoloji kalıplarına dökmeye yönelik sistematik izahlar yapıldı. Kitaplarda ana fikir olarak, Kamâlizm veya Kemâlizm, İslamiyet ve Kur’an ahkamı demek olan “Şeriat” a karşı bir “alternatif” olarak gösterilmek suretiyle, bunların tasfiyesi sonucu, Kamâlizm’in Türk Milleti’nin “yeni dini olduğu” nu yönelik yorumlar ve görüşlere yer verildi.

Siyonist Yahudi Moiz Kohen, Kemalizm’i Avrupa’ya anlatmak için ilkin Paris’te Fransızca olarak yayınlanan ve 1936’da dilimize de çevrilen kitabının başlığı “Kemalizm” olmasına rağmen, içinde hep “Kamâl” olarak bahseden ve “Kamâlizm” i yeni din ihsasından olarak, İslamiyet’in yerine millet, ırk, milliciliğin konulmasına ve bu cümleden olarak Kemalizm’in “yeni tanrısı” nın “Millicilik” olduğuna dair şunları yazar: “Kemalizm’in ilk hamlesi teokrasi (dini çağrışımı yapan İslamiyet ihsasında) aleyhine tevcih (çevrilme, döndürme) edilmiş ve bu kara kuvvet bir darbede yıkılmıştır. Kemalizm, bidayetten beri bir tek Tanrıya inanmıştır: Millicilik (dinin yerine milliyetin konulması).

Bundan sonra, yeni Türk ancak bir tek manevi kuvvete itaat etmektedir: Milliyet aşkı. O ancak bu aşkın emrettiğini yapacaktır. Ve artık mazinin avdetinden (geriye dönüş) korkuya mahal kalmamıştır. O mazi, artık kati surette tarihe malolmuştur; çünkü muhit ve hava, inhitat (gerileme) devrinde Türkün felaketine sebep olan zararlı unsurlardan tamamen temizlenmiştir.” (Tekin Alp , Kemalizm, Cumhuriyet Gazetesi Matbaası, İstanbul, 1936, s. 31)

Bunun böyle olduğunu, hakkında “Yahudi dönmesi” spekülasyonları bulunan CHP’nin Edirne Mebusu Şeref Aykut daha da ileriye giderek kitabında açık açık yazmıştır. Önsözünde, “Kamâlizm,… yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir” görüşlerine yer verdikten sonra, konu anlatımlı iç sayfalarının “Gençlik” bahsinde, Cumhuriyet Halk Partisi’nin görevinin gençliği bu dinin “müminleri” (inananları) haline getirmek olduğuna dair o yılların uydurukça dilini de kullanarak şunları yazmıştı: “Bu sebeptendir ki, onu (gençliği) Kamâlizm dininin hiç şaşmayan, şaşırmayan orunçlu ve coşkun tapkanı, onun bu kutsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister. Tâ ki, Kamâlizm dinine inanı artsın. İşte disiplin altına alınan gençlik böyle olacaktır. Parti bunu amaçlamış, hazırlamıştır. ( Edirne Saylavı (Milletvekili) Şeref Aykut, Kamâlizm (C.H. Partisi Programının İzahı) Muallim Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul, 1936, s. 79)

Kemalizm’in bir “din” olduğu, Türk Dil Kurumu’ nun 1945 ve 1957 ’de yayınladığı “Türkçe Sözlük” lere de yansıtıldı. “Kemalizm: Türklerin dinidir” denildi. Bu tanım, 1960’ dan sonra basılan sözlüklerden çıkarıldı. Yerini “Kemalizm: Atatürkçülük” aldı.

Günümüzde ise, bir kısım çevreler, Kemalizm’i kendilerinin bir “Mezhebi,” Atatürk’ün mezarı “Anıtkabir” i ise “Kâbe’leri” orak göstermek garabetini sergilemişlerdir. Bu cümleden, olarak kamuoyunda “Alevilerin partisi” olarak anılan ve 1968’de kurulan Türkiye Birlik Partisi’nin Genel Başkanı Hüseyin Balan, Milliyet gazetesinin başyazarı Apti İpekçi ile röportajında şunları söylemişti: “Biz o kadar Atatürkçüyüz ki, Müslümanız amma, mezhebimiz Kemalistliktir; kâbemiz de Anıtkabirdir dedik.” (Abdi İpekçi, Liderler Diyor ki, Ant Yayınları, İstanbul, 1969, s. 99). Bazı Cem Evlerinde Hz.Ali’nin fotoğrafı yanında Atatürk’ün de fotoğrafının asılması, acaba bu anlama mı geliyor? Bir çok sağduyulu Alevi vatandaşlarımızın ise bundan “büyük rahatsızlık” duyduklarını, “siyasi bir kimlik” e sahip olan birisi ile “dini bir kimlik” e sahip olan birisinin aynı karede bulunmasının sürekli tenkitlere maruz kaldığını ve dünyanın hiçbir dini ve mezhebi mekanlarında buna benzer bir formata ne tarih te ve ne de günümüzde rastlandığını biliyoruz.

“Din” in Yerine “Milliyet” in Konulması mı?

Milletimizi ve milliyetimizi severiz. Bu, “aidiyet geleneği” nin vazgeçilmez bir unsurudur. Fakat bunu bir “din” mertebesine yükseltmek kutsiyeti yanlıştır. Tarihte “Millet, Millicilik” in din yerine konulmak istenildiği Türkiye’den başka hiçbir yerde neredeyse hiç yaşanmamıştır.

Atatürk döneminde Türkiye’ye gelerek, olup bitenleri gördükten sonra kitaplar ve gazetelerinde gözlemlerini yazan iki yabancı yazar da “dinin yerine milliyetin konulmak istenildiği” ne dair şunları yazmışlardı:

Hanri Laporte: “Esasen, milliyet ve ırk fikirlerine birinci derecede önem verip dini fikri de bilakis arka plana bırakmakla, zamana tamamen muvafık hareket edilmektedir.” (Hanri Laporte, Kamâl Atatürk’ün Memleketinde, Basın Yayın Genel Direktörlüğü Yayınları, Ankara, 1936, s. 8)

Manchester Guardian Gazetesi muhabirinin izlenimleri: “Bu hareket, bu insanların yaşam tarzına ve maneviyatlarına yöneliktir… ‘Millet’, bu insanların dinidir. Sabahtan akşama kadar yapılan sohbetlerin konularından birisi, mutlaka, milletin hakları ve özgürlüğünü oluşturmaktadır…

Her ne olursa olsun belirli tarihi geleneklere sevgi duymuyor ve bir devlet dinine müsamaha göstermiyor…Onun (Atatürk’ün) dini ‘akıl’ dinidir.” (Mustafa Yılmaz, İngiliz Basını ve Atatürk Türkiyesi, Phonenix Yayınevi, Ankara, 2002, s. 38 )

Yapılmak İstenilenlerin Perde Arkası ve İçyüzü Neydi?

Yoğun olarak II. Meşrutiyet döneminden (1908 – 1918) başlayarak Atatürk dönemine de (1923 – 1938) damgasını vuran birincisi “maziden koparmak projesi” olarak “İslam’ın tasfiyesi”, ikinci olarak da bunun “siyasete yansıması” dan olarak da Türk –Arap ve genelde Türk - İslam dünyası ile olan bütün bağları kopararak, “tamamen kabuk değiştirmiş yeni bir millet yaratmak” a soyunmak olmuştu.

“Türkçülük”, “Pantürkizm”, “İslamcılık”, “Panislamizm”, Kamâlizm –Kemalizm” vb. gibi cereyanların toplum hayatımıza birer “devlet politikası” olarak hakim kılınmak istenilmesinin perde arkası gerçekleri neler olabilirdi? Bunlar bizim gerçekten “iç dinamiklerimiz” den mi doğmuştu? “Dış dinamikler” in de etkisi var mıydı?

II. Meşrutiyet döneminin “Pantürkizm veya Panturanizm” ve “Panislamizm” cereyanlarının özelikle I. Dünya Harbi arifesi ve yıllarında toplumuzda bazı aydınların fikir ve emellerine ve bazı devlet adamlarının da devlet politikalarına damgasını vurmasının sebepleri üzerinde durulurken bunların genelde, “dışarıdan kaynaklandığı” bahsedilir. Bu cümleden olarak Kâzım Karabekir, olup bitenlerin yaşayan görgü tanığı olarak şunları yazar: “Bu iki ideal (Pantürkizm ve Panislamizm) , sırf bizim içimizden mi doğmuştu? Bu iki idealin tahakkuk (gerçekleşebilme) kabiliyetini kendimiz, kendi anlayışımızla ve mikyaslarla ölçebilmiş mi idik? Daha açık bir ifade ile bu ideallerin aramızda yerleşmesinde ve hızlanmasında yabancı unsurların kendi menfaatleri hesabına yaptıkları tahrikler de müessir (etkili) olmamış mı idi?

Matbuatımızın o zaman oynadığı ve başka zamanlarda da oynayabileceği büyük ve mesuliyetli rolün ehemmiyetini (önemini) anlamak için bu sualler üzerinde düşünmeliyiz. Çünkü, Alman neşriyatı da İslamcılık ve Turancılık idealleri etrafında çok işliyordu. Almanların bu zeminlerde yazdıkları eserler, makaleler bazı Osmanlı müellifleri (yazarları) elinde bilmeyerek ‘İslam Birliği’ ve ‘Turan Birliği’ gibi iki büyük davada çok yorgun düşmüş bulunan Anadolu Türkü’nün omuzlarına yüklenmiş oldu.” (Kâzım Karabekir, Cihan Harbine Neden Girdik, Nasıl Girdik , Nasıl İdare Ettik? Tecelli Basımevi, İstanbul, 1937, s. 35 – 36)

Görülüyor ki, genelde bizim iç dinamiklerimizden doğmayan Pantürkizm ve Panislamizm, Alman emperyalizminin dünyaya hakim olma emelleri üzerine kurgulanmıştı. Pancermenistlerden Prof. Weit de bunu zaten itiraf etmiş, “Türkizm, Rusya’nın, İslamizm Batı ve Amerika’nın katilidir” şeklinde yazmıştı. (Prof. Weit, Hilafet Siyaseti ve Türklük Siyaseti, Çev. Habil Adem, Şems Matbaası, İstanbul, 1331, s. 153) Bir kaynakta da Pancermenistlerden Prof. Ernest Jackh’ in Alman hükümeti tarafından “Pantürkizmin resmi yöneticiliğine teorisyen olarak atandığı” yer alıyordu.(Prof. İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1983, s. 136)

Türkiye’de Pantürkizm’in teorisyenliğine soyunanların başında “Tekin Alp” takma adıyla Türkçü dergilerde makaleler ve kitaplar yazan Moiz Kohen geliyordu. Kendisinden “Ziya Gökalp’ın akıl hocası” ve “Türk Ocağının kurucularından” olarak bahsedilen Kohen (Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, C.I, Nehir Yayınları, İstanbul, 1993, s. 301), Yahudi, mason ve Siyonist birisi idi. 1909’da Selanik Yahudilerini temsilen Hamburg’da toplanan 9’uncu Dünya Siyonist kongresine katılmış, “Türkiye’de Siyonizm hesabını kazanılan Yahudilerin ileri gelenlerinden” unvanını almıştı: (Jacob M. Landau, The “Young Turks” and Zionism: Some Comments, The Hebrew Universty of Jerusalem, 1983, s. 202-204) İttihat ve Terakki Cemiyeti - Partisi içindeki faaliyetlerini Filistin’de bir Yahudi Devleti kurmayı emel edinmiş Siyonizm’in bu emelinin gerçekleştirmesi hesabına kullanmıştı.

Moiz Kohen, durup dururken Türkçü, Turancı ve Pantürkizmin şampiyonluğuna soyunması tesadüfün eseri değildi. Bu uğurda hem Siyonizm’e hizmet yananda hem de Almanlara hizmet ediyor, Siyonist emeli gerçekleştirmek uğrunda bir Türk –Arap ihtilafı meydana getirilmesi için çalışıyordu. Bu çalışması, İngilizlere de yaramış, ünlü İngiliz tarihçi ve İngiliz istihbaratının elemanı Prof. Arnold Toynbee’nin yazdıklarına göre de İngilizler Turancılığı Arapları Türklerden koparmak için kullanmışlardı. (Arnold Toynbee, Türkiye, Bir Devletin Yeniden Doğuşu, Çev. K. Yargıcı, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1971, s. 77)

Günümüzün siya tarihçilerinden Prof. Ömer Kürkçüoğlu da Moiz Kohen ve benzerlerinin İsrail Devletinin kuruluşunu kolaylaştırmak için “Türk –Adap Ayrılığı” meydana getirmek istedikleri hakkında şunları yazar: “ Filistin’i ele geçirmek uğrunda öncelikle II. Abdülhamid’in tahtından indirilmesi, bilahare de Osmanlı yönetiminin buradan uzaklaştırılması Yahudi hareketinin de menfaati gereği olmaktaydı. Türk – Arap ayrılığı yaratıp, Türkleri bu bölgeden uzaklaştırmak yolunda istismar edilebilecek unsur da bizatihi Türkçülük akımı oluyordu.

Türkçülük fikriyatının nazari çerçevesinin oluşmasında Yahudi asıllı bazı Türkologların olması, konumuz bakımından çok mühimdir. İttihat ve Terakki içinde bilhassa Selanik’te Yahudi unsurunun taşıdığı etki de bu nokta çerçevesinde mütalaa edilmelidir.

Türkçülüğün gelişmesi, elbette tarihin seyrine uygun müstakil bir olguydu. Fakat, yukarıdaki etken de Türkçülük akımını, bilhassa Türk – Arap ayrılığını pompalamaktan geri kalmayacak ve hem bu akımın güçlenmesine çalışıp hem de bunun Arapların tepkisini çekecek şekilde takdimini yaparak, kendi hedefine doğru ilerlemeye çalışacaktır.” ( Prof. Dr. Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devletine Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi 1903 – 1918, Ankara Ü. S. B. F. Yayınları, Ankara, 1982, s. 30)

Siyonist Moiz Kohen ve yukarıda yazdıkları kitaplar sebebiyle kendilerinden bahsettiğimiz ve haklarında “Yahudi dönmeleri” spekülasyonları bulunan Mehmet Şeref Aykut ve “Kıbrıs göçmeni” denilen Mehmet Saffet’in (Bunlar da isimlerini, Dil Devrimi ile gelen modaya uyarak, değiştirmişler, Mehmet Şeref isminden Mehmet’i atarken Mehmet Saffet de ismini “Arın Engin” olarak değiştirmişti) Türk Milletine yeni bir doktrin, ideoloji ve rejim belirme çalışmaları II. Meşrutiyet dönemi ile sınırlı kalmadı. Atatürk’ün yaptıklarını, “Kamâlizm” veya “Kemalizm” kitap adlarıyla doktrin ve ideoloji kalıba dökmenin öncülüğünü de yapan bunlar, Cumhuriyet döneminde de daha kurulmamış İsrail devleti için, ona zemin hazırlamaya devam etmek uğrunda, “Türk –Arap Ayrılığı” nı körüklemeye yönelik olarak “Atatürk istismarcılığı” na sarılmışlar, onun bütün “Kültür Devrimleri” ni de “İslam’la savaş” a tahvil etmekle, Arap ülkelerinde Türk –Arap düşmanlığını daha da körüklemişler, bunlar nezdinde tarihçi Orhan Koloğlu’nun ifadesiyle “Türkler İslamiyet’ten artık tamamen çıktı” ( Orhan Koloğlu, Cumhuriyetin 15 Yılı (1923 – 1938), Boyut Kitapları, İstanbul, 1999, s. 275) tanımlamalarıyla bu ayrılık iyice takviye edilmiş, Turancılık ve Pantürkizm’i kullanımının yerini böylece kendilerinin icat ettikleri Kamâlizm veya Kemalizm’in kullanılması almıştır.

Atatürk, hayatta iken yaptıkları için hiçbir zaman “Kemalizm” tabirini kullanmamış, zaten kendisi birçok defalar ifade ettiği halde “dogmatizm”e karşı olduğunu, “şimdi bunları yapıyoruz ama yarın değişebilir” görüşünü de dili getirdiği halde yaptıkları işler ve programlarının “değişimci” karakterli olduğunu ortaya koymuş, milliyetçiliğini hiçbir zaman din koymak gibi ne bir fikir ne de bir eylemin içinde bulunmuş, demeçlerinde hep milletimizin dininin İslam dini olduğunu vurgulamış, bundan övgü ile bahsettiği zamanlar olmuştur. .

Anlaşılan, Enver Paşa döneminde Pantürkizm, Panislamizm, Atatürk döneminde ise “Kemalizm” genelde dıştan kaynaklı “algı operasyonları” ndan olarak kendisini göstermiş, birçok uluslararası emellerin ele geçirilmesinin vasıtaları ve istismar unsurları olarak kullanılmak suretiyle milletimiz bunlardan büyük zararlar görmüştür. Enver Paşa, daha hayatta iken kendisinin kurduğu ve kendisine bağlı özel istihbarat teşkilatı Teşkilat -ı Mahsusa’nın başkanlığını yenilgiden sonra Almanya’ya kaçarken bıraktığı Albay Hüsamettin Ertürk’e “Turan’a giderken viran olduk” şeklinde itiraf etmiş, ( Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, Pınar Yayınları, İstanbul, 1964, s.73) yine İstanbul’u terk edeceği günlerde General Cevat Rıfat’ın hatıralarında anlattığına göre de Mersinli Cemal Paşa’ya da “Siyonizm’e ve masonlara alet oldukları, Sultan Abdülhamid’i anlayamadıklarını, Turan’a giderken viran oldukları” nı söylemiştir. (Cevat Rıfat Atilhan, İslam’ı Sarak Tehlike Siyonizm, Aykurt Neşriyat, İstanbul,1955, s. 77). 20 Haziran 2021

.

Ece Erken ve Bircan Bali’nin Jeoloji Profesörü Celal Şengör’ü Tıp Doktoru Sanıp Görevden Alınmasını İstemesi Alay Konusu Oldu!

img ]

Müslümanları ve Türkleri her fırsatta aşağılayan Celal Şengör’e unutulmaz bir ders veren Ece Erken, an itibariyle bilime ve okul isimlerine tapmış insanlar tarafından linç ediliyor.

Peki Celal Şengör’ün bu nefreti neden görmezden geliniyor? pic.twitter.com/izO8y32AoP